Yıl 1985, Aylardan Şubat. Ankara’da ilk defa eksi 20’nin altında bir soğukla karşılaşmıştım. Ben askerliğimi bitirmek üzere, Erdem Beko’da işe başlamış, Figen, Nuray, Cahit ve Şükran ise ODTÜ’de öğrenciydiler...
12 Eylül acımasızca bir silindir gibi geçmişti üzerimizden. 78 siyasi hareketlerinin Merkez Komiteleri, arkadaşlarımız, yoldaşlarımız hapisteydiler ya da yurt dışına kaçmışlardı. Güya Milletvekili seçimleri yapılmış, Turgut Özal Başbakan seçilmişti ama Ankara ve İstanbul dahil 23 il’de sıkıyönetim devam etmekteydi. Sinan Suner’in öldürülmesinin üzerinden 5 yıl geçmiş, Erdal Eren’in idamının 5. yıldönümüne aylar kalmıştı. Ankara’da “çıt” çıkmıyordu. Biz biraz şaşkın, biraz da üşümüş olmalıyız ki; fotoğraftaki gibi birbirimize sokulmuştuk.
Erkek burjuvazidir ve karısı daima proletaryayı temsil eder.
F.ENGELS
Türkiye’nin en seçkin üniversitelerinden birisi sayılan ODTÜ’de, havanın karardığı saatlerde ağaçların arasında el-ele, birbirine sarılarak dolaşan ve etrafta birisi yoksa öpüşen öğrencilerin davranışlarını “uygunsuz” sayan “Devrimciler” tarafından sözlü olarak bir daha yapmamaları mealinde ikaz edildikleri ve hatta bazen tartaklandıkları, 78 Kuşağı döneminde bu üniversitede öğrenim görenlerin bilmediği bir gerçeklik değildi. O yıllarda ODTÜ’de öğrenci olan Kıbrıslı bir arkadaşım, mezun olduktan yıllar sonra bana, bir gece aynı üniversitede kendisi gibi öğrenci ve şimdi de evli olduğu ve de çoluk çocuğa karıştığı eşiyle okulun koruluğunda el-ele yürürlerken, bir grup “Devrimci” tarafından önlerinin kesilerek tehdit edildiklerini, hakarete uğradıklarını anlatmıştı.
Aslında devam etmekte olduğum İdari İlimler Fakültesi’ndeki bir başka Kıbrıslı arkadaşımdan da, yukarıdaki olaya benzer şekilde ağaçlar arasında uygunsuz pozisyonda yakaldıkları kızı devrimci kızların, kendilerine diklenmeye kalkan erkeği de devrimci erkelerin, hem sözel, hem fiziki olarak epeyce hırpalamış olduklarını dinlemiştim.
Demek istediğim ODTÜ gibi “Devrimcilerin Kalesi” olan ve o yılların ünlü deyişiyle Devrimciler için “Kurtarılmış Bölge” sayılan bir eğitim kurumunda bile öğrencilerin sarmaş dolaş yürümesinin Devrimciler tarafından pek hoş karşılanmadığıydı. Bu şekilde gençler arasındaki fizksel yakınlaşmalardan, karşı Devrime yarayacak bir burjuva yozlaşmasını “keşfeden” ve mevcut durumun “vehameti”nden kendisine “Devrimci Görev” çıkaran, muhafazakar Belediye memurları gibi zaman zaman “toplumsal ahlak zabıtalığı”na soyunan komi-trajik hallerimizden örnekler ne yazık ki azımsanmayacak kadar çoktu.
……………………………….
78 KUŞAĞININ SESİ ERKEKTİ
Bir yandan içerisinden özgürlüğün fışkıracağı yeni bir dünya kurmak için ölümü göze aldığımız bir Devrim mücadelesi veriyorduk.
Öte yandan toplumda o an için geçerli muhafazakar yaşam biçimlerine dokunmamaya, hatta bu yşam biçimlerinin gönüllü bekçiliğini yapmaya soyunuyorduk. Ancak nedense bu iki türlü davranışımız arasındaki yaman çelişkiyi de bir türlü fark edemiyorduk.
O yıllarda cinsiyet üzerine derin tartışmalara girmek, ortada Devrim yapmak için yığınla “ciddi” sorunlar dururken, arkadaşlarımız hapis edilir, yaralanır ve vurulup öldürülürken, sanki “her şey bitti de leğenin örtüsü kaldı” gibisinden bu tür konuların konuşulmasını pek hoş karşılamazdık.
Aslında o yıllarda bizim için yeni kavramlar olan “cinsel özgürlük”, “feminizm”, “gey’lik”, “biseksüellik” ve sonuç olarak “homofobiye karşı olmak” ve de buna benzer konular ve kavramalarla ilgili olarak çoğumuz pek bir bilgiye sahip değildik. Tabii doğanın boşluk tanımadığı gibi, toplumsal alanda da bu boşlukları İslami ve muhafazakar yaşam tarzları ile bu ikisine uygun toplum kuralları dolduruyordu. Örneğin “homoseksüellik” konusunda yanlış ve eksik bilgilere sahiptik. Dolayısıyla homoseksüelleri "zayıf karakterli kişiler" veya homoseksüelliği de “kötü bir alışkanlık” veya "hastalık" olarak görüyor ve homoseksüellere “sinik ve kötü” gözle bakabiliyorduk.
Biz 78’liler kendimize birçok “Kurtarılmış Bölgeler” yaratsak da, yine de bu bölgelerimizdeki yaşamlarımızı muhafazakar toplumun kurallarını pek sarsmayacak şekilde düzenliyorduk.
Tahayyülümüzün sınırları, bilgilenme eksikliğimizden dolayı mı dardı?
Yoksa biz 78’liler kendi hayatlarımızda radikal ve Devrimci alt üst oluşlara ve dönüşümlere hazır mı değildik?
Devrim’e, yani toplumsal bir alt üst oluşa hazırsak, neden günlük pratik yaşantımızı Türkiye toplumunun muhafazakar kalıplarının dışına taşırmaktan kaçınıyorduk?
Neden gündelik yaşamımızda örneğin “kadın-erkek ilişkilerinde eşitliği”, “cinsel özgürlüğü” kapitalist toplumun kalıplarını ve tabularını alt üst edecek biçimde, müstakbel sosyalist toplumun gereklerine göre düzenlemeye yanaşmıyorduk.
Kadın-erkek eşitliğini savunuyorduk ancak siyasi hareketlerin merkez yönetimlerinde kız arkadaşlarımızın siyasi ağırlığı yok denecek kadar azdı. Forumlardaki konuşmacılar gür sesli Stalin bıyıklı erkeklerdi.
Ben ODTÜ’de ve Ege Üniversitesinde bulunduğum yıllarda, ne birisinde ne diğerinde, düzenlenen eylemler ve yapılan konuşmalar sırasında, sürecin önderleri veya liderleri arasında tek bir kız öğrenciye rastladım. Siyasi hareketler arasında düzenlenen mitinglerde, forumlarda ve panellerde konuşmacılar hep aynı cinsiyettendi ve hepsi de erkek’ti…
Bütün bunlar da gösteriyordu ki siyasi hareketlerin aldığı eylem kararları da, teorik açılımları da biz öyle olduğunu arzu etmesek ve savunmasak da “erkek egemen”di.
Toplumdaki “erkek egemen kültür” biz teorik olarak karşı çıkıyor olsak da, bir şekilde hem 68’liler hem de biz 78’liler tarafından kanıksanmış ve gündelik hayatımızın içerisine sinmişti…
68 Kuşağının kız militanlarından Jülide Aral kendi kuşağını anlatırken: “Erkeklerle eşit miydik?” diye sorduğu sorunun cevabını da kendisi veriyor: “Lafta eşittik. Erkeklerin egemenliği tartışılmaz; merkez kurullarında, yönetimlerde hep onlar, alt kademelerde de tek tük birkaç kadın.” (1)
Fakat 68 Kuşağı yıllarında Batıda gençlik içerisinde büyük bir zihniyet değişimi yaşanıyordu. Ve orada gençlik batı toplumlarında tabu olan yaşam kalıplarına ait ne varsa hepsini sorgulayarak değişimi kendi gündelik yaşamlarına taşıyor, on yıl sonrasında biz 78’liler, Dünyada bütün bu olup bitenlerden hala habersiz ve “erkek egemen”liğin içselleştirildiği siyasal örgütlenmelerimizle, hem Türkiye coğrafyasında, hem de Dünya ölçeğinde kapitalizmin yol açtığı tüm eşitsizlikleri ortadan kaldıracağımız iddiasıyla mücadele ediyorduk.
Ve 68 Kuşağının THKP-C militanı Jülide Aral’ın yazdıkları sanırım 78 kuşağının militan kızları için de geçerliydi.
Şöyle yazmıştı Jülide: “Önce mini eteklerimiz uzamaya başladı, sonra makyajdan vazgeçtik, giderek militanlaştık, cinsiyetsiz olmaya başladık…”
78 Kuşağı yıllarında üniversitede kızlarının, iddiasız, hatta paspal ve erkeklere benzeyen giyim ve kuşamlarıyla, biçimsel olarak Devrimciliğe daha yakın olunacağına dair ortama böylesine bir siyasal atmosfer mi hakimdi?
Kesinlikle devrimci kızlar böyle giyinmeli diye açıktan bir zorlama olmadı ve yoktu. En azından ben böyle yazılı, çizili bir kurala şahit olmadım.
Ancak her kızın ve her erkeğin kafasında da "proleter devrimci kızlar böyle olmalı" diye kanıksanmış bir düşünce de yok değildi.
Bugünün moda değimiyle dincilerin "mahalle baskısı" örneğini çağrıştıran yazılı olmayan bir "giyim kuşam adabı" da ODTÜ'de kendini bir dönem hissttirmiştir...
……………………………........
Elbette kızlar da kendi aralarında örneğin seçimlere (en çok da kız yurtlarında) katılmak, tartışmak ve konuşmalar yapmakla 78 Kuşağı mücadelesinin aktif unsuruydular. Hatta örneğin ODTÜ’de sınıf ya da bölüm temsilcisi adayı olan, aday olarak tartışmalara katılan, hatta erkek adaylara karşı seçim kazananlar da oluyordu. Ancak yine de kızlar için genel manzara, örneğin pankart yazmak, afiş basmak, şehirdeki yazılama ve afişlemelerde gözcü olmak, zor durumdaki erkeğin silahını el çantasında taşımak ile ilgili belki tanım biraz ağır olacak yaptıkları işlere mücadeleye “yedek lastik” olmak mealinde işler olarak bakılıyordu.
Devrimci kız arkadaşlarımızın kendilerine böyle bir ayırım yapıldığına dair kaygıları var mıydı?
Bilemeyeceğim. Ancak hem 68 ve hem de 78 Kuşağının içersinden gelen, o yılları yaşamış Türkiyeli kadın yazarlarımızın bir çoğu da, Jülide Aral gibi veya ona yakın şeyler söylüyorlar romanlarında.
Oya Baydar ve Ayşegül Devecioğlu bunlardan ikisi...
78 KUŞAĞI FEMİNİZME KARŞIYDI
Sanırım siyasi hareket ile bireysel ilişkilerimizin zaman zaman “cemaat” bağlılığına dayanıyor olması nedeniyle biz erkekler gibi kız arkadaşlarımızın da endişelendikleri veya kendilerine haksızlık yapıldığını hissettikleri bazı hassas konularda bizim gibi “sükut’un altın” olabileceğini düşünmüş olabilecekleri, ek olarak “bireyselliğin” baskılandığı o yıllarda bu konuda "sükut ikrar gelir" düsturuyla, sürerdurumu açıkça kabullenmiş olabileceklerini de söylemek mümkün müdür?
Belki de mümkündür...
Kaldı ki o yıllarda “ayırımcılığa karşı kadın hakları lehinde” bir mücadele başlatılmış olsaydı, siyasi hareket tarafından böyle bir mücadelenin işçi sınıfının mücadelesini böleceği itirazıyla karşılaşılması da büyük bir olasılıktı.
Çünkü 78 Kuşağı yıllarında Marxist hareketler, bugün pek yaygın örgütlenmeler olan feminizim, çevrecilik, ayrımcılık vb... alanlarında ayrı olarak örgütlenecek hareketlere, işçi sınıfının mücadelesini böleceğini düşünerek olumsuz bakıyorlardı.
Özetle 78 Kuşağı, kapitalizm karşıtı olduğunu açıkça ilan etse de o yıllarda batıda patlak veren kadın, çevre, ırk, renk ve cinsiyet ayırımı gibi ayrı örgütlenmelere ve hareketlere karşıydı.
…………………………………….
YAŞANTIMIZA DEVRİMCİLİK DEĞİL MUHAFAZAKARLIK HAKİM OLDU
Gündelik hayatta, Türkiye ve Dünya ile ilgili siyasi olayların teorik yorum kısmına vurgu yapmayı, bunun için de sık sık bildiri dağıtıp, afiş asıp yazılama yapmayı, gelecek güzel günlerin hayali ile yaşamayı, pratik yaşamımızı değiştirmekten çok daha kolay ve çok daha kabul edilebilir mi buluyorduk?
Sanki günlük yaşantımızda radikal değişimler yapmaya, yaşam biçimimizde dönüşümler yapmak için kafa yormaya pek istekli ve hazır değildik... Sanki muhafazakar bir çekingenlikle bütün tasarladığımız ve adına kimi zaman devrimci, kimi zaman Sosyalist ya da Komünist dediğimiz, uğrunda mücadele ettiğimizi söylediğimiz, arkadaşlarımızı yoldaşlarımızı kaybettiğimiz yaşam biçimlerinin tümünü de, Devrim sonrasına ertelemiş gibiydik...
Aşık olmayı ve sevişmeyi bile...
Biraz da bu nedenle olmalı siyasi hareketlerin içerisindeki kızlar erkeklerin yoldaşı olmaktan çok bacılarıydılar. Bacı kızkardeş’e çağrı yapıyordu. Elbette bacılara yan gözle bakılamazdı. Böylece onlar yoldaşlarımız olduğu anda, sanki karşı-cinsten olduklarını da hatırlamak ve sanki korunmaya da muhtaçmışlar gibi ağabeylik görevine soyunmayı üstümüze vazife ediniyorduk…
Belki de tam böyle anlatmış olduğum gibi, yani en azından bu kadar basit değildi de düşünsel birlikteliğimizin başka ulvi ve kutsi tarafları vardı bizleri birbirimize bacı-kardeş gibi yakın kılan.
Ama sonuçta Devrimci mücadele içerisindeki ne kendimize ne de kız arkadaşlarımıza, erkelerin bu karşılıklı muhafazakar yaklaşımlardan başka bir seçenek bırakmıyorduk ve zaten herşey gibi aşkı, evliliği bile Devrimden sonraya ertelemeyi düşünenlerimizin asyısı azımsanmayacak kadar da çoktu. Ve hapsedilen arkadaşlarımızın yardımına, vurulanların cenazelerine, polisin ve jandarma'nın baskısına inat mücadeleyi daha da yükseltmekteki ısrarımızın sürdüğü o kavganın kızgın anında bu muhafazakarlığımızı kabullenmekten başka bir olanak da kalmamış oluyordu hiçbir tarafa...
Örneğin daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi kızlar siyasi hareketlerin merkez komitelerinde ya hiç yoktular ya da bir elin sayılı parmakları kadar azınlıktaydılar.
Kızlar genellikle afiş asmaz, duvara yazı yazmaz, silah kullanmaz, erkeklerin dikkatini çekecek şekilde giyinip süslenip püslenmesi Devrimciler arasında çok da hoş karşılanmazdı.
Bunun için de örneğin ODTÜ yurtlarında resepsiyondaki hoca’nın yurt kuralları diye saat 12’den sonra kızların erkeklerle ders çalışmasına bile yasak koymasına ses çıkarmaz, dolayısıyla sessiz bir biçimde konan yasağı onaylamış olurduk.
Türkiye'de 2000 yılında hala kızlar erkeklerin yurtlarındaki odalarını ziyaret edemiyorlarsa bunda 78 Kuşağının pasiflğinin de bir etken olabileceğini yazmam bu kuşak için haksızlık mı olacak?
Sanmıyorum.
Çünkü eğer biz 78'liler bir erkeğin bir kızın, bir kızın da bir erkeğin yurttaki odasını ziyaret edebileceğini dillendirmiş olsaydık, belki de şimdiye çoktan batıda 68 Kuşağının başardığını, hiç olmazsa 2000'li yılların başında başarma şansını, Türkiye'de kendimizden sonraki kuşağın yakalamasına olanak sağlayabilirdik.
Ama biz ne yaptık?
Az önce anlatmış olduğum gibi. Üniversite içerisinde sarmaş dolaş olan kızlarla erkeklere bile olumsuz baktık. Bu da zaten değiştirmeyi düşündüğümüz toplumun kanıksadığı bir muhafazakar ahlakçı kalıbıydı.
Biz de zaman zaman sanki üstümüze vazifeymiş gibi toplumda yerleşik bu muhafazakar kalıplara, yazılı olmayan yasakların uygulanmasına neredeyse yardımcı bile olduk...
Halbuki bir kızın bir erkek arkadaşını, bir erkeğin de bir kız arkadaşını, değil odasında ziyaret etmesi, kantinde birlikte ders çalışması bile günün belli saatleri ile sınırlandırılmıştı.
Yazmış olduğum gibi, kızların erkekleri, erkelerin kızları, bizzat günün herhangi bir saatinde odasında ziyaret etme hakkını, sabaha kadar kantinde veya yurtların çalışma salonunda birlikte ders çalışma hakkını savunmuş ve pratik hayatta uygulayabilmiş olsaydık, kimbilir ne kadar renk katmış olurduk mücadelemize!..
En azında bir kızın bir erkekle ODTÜ koruluğunda gece el ele dolaştılar veya öpüştüler diye Devrimciler olarak ahlak zabıtalığına soyunmazdık. Belki de, çok ciddi işler peşinde olduğumuz belli olsun diye illa da asık yüzlü olarak gözükmek zorunda kalmaz, “a-politik” ya da “kitle” diyerek küçümsedğimiz öğrencilere daha sempatik yaklaşır, daha cana yakın olur, onlardan da aynı şekilde bizden korktukları veya çekindikleri için değil, bizi kendilerine yakın buldukları için daha kalıcı destek almış olurduk.
Ancak biz Türkiye’de Devrim olmadan da muhafazakar yaşamlarımızdan, geleneksel davranış kalıplarımızdan kurtulmayı, mevcut rejimin dayattığı yaşam biçimlerinden farklı olarak kendimizce daha özgür yaşamlara yelken açmayı hiç denemedik.
Toplumsal Devrim yaparak değiştirmek için yola çıktığımız Türkiye’deki muhafazakar yaşam tarzını kendi gündelik hayatımızda bile değiştiremeyen biz Devrimciler, böylece toplumun yürürlükteki kurallarına ve yaşam tarzına teslim mi oluyorduk?
Kendi alternatif yaşamlarımızı inşa edememekle, kendi hayatımızda bile değişime açık olmayarak, mevcut yaşamın yeknesaklığına ayak uydurmakla aslında toplumsal değişim gibi radikal dönüşümleri savunmayı sözde, ancak rejimin yeknesak yaşamına sıkışıp kalmayı pratikte göstermiş mi oluyorduk?
Ne 68, ne de 78’de hiçbir siyasi hareket veya örgüt uğrunda mücadele ettiği yaşam tarzını kendi gündelik pratiğine dahil ederek, toplumun muhafazakar yaşamı ile bir hesaplaşmaya girişmemiş, belki de bunu yapmaya vakit ayır(a)mamış, akıl edememiş miydi?
Doğru ya, Türkiye Müslüman bir ülkeydi ve yüzyılların davranış kalıplarını zorlayarak, üstelik de komünistlerin yıllarca “ahlaksız kişiler” olarak lanse edilmiş olduğu, itilip kakıldığı, düşman olarak bellendiği, muhafazakar bir toplumda bu tür saldırılara karşı ihtiyatlı bir teyakkuzda gözükmeyi alışkanlık haline getirerek, örneğin ODTÜ’deki kız-erkek ilişkilerinde bile kısıtlamalara boyun eğmeyi veya bazen aksi davrananları “ikaz” etmeye yeltenecek kadar muhafazkarlığı içselleştirmemiş miydik?
Böylece biz Devrimciler bir yandan Devrim yapmak üzere kurulu düzene başkaldırırken, toplumun mevcut muhafazakar yapısı, kendi yaşantımızda, mücadelemizde ve örgütlenmemizde var olmaya devam mı etmiş oluyordu?
İşte bu ve gündelik yaşama dair buna benzer birçok muhafazakarlıklarımızdan kurtulmayı becerebilmiş olsaydık, belki de bugüne geride miras olarak kayıp bir 78 Kuşağını bırakmış olmayacak, yaşama dair, daha somut, "bizim" diyebileceğimiz şeyler de bırakacaktık.
Belki kendimize ve yoldaşlarımıza haksız ve acımasız bir eleştiri yapabiliriz endişesiyle, uzun süre 78'i hiç yazmamış olmayı sürdürmeyecektik.
Ya da sadece bu konunda ajitatif laflar etmenin dışında fazla suya sabuna dokunmayan yazılarla yetinmeyi, 78'e dönük eleştiri oklarımızı yalnızca romanlardaki kurgularla sınırlı tutmayı tercih etmeyecek miydik?
Türkiye’de 78 Kuşağı döneminin yüz binlerle ifade edilen kalabalıklarından günümüze bu kadar az anı, bu kadar az roman çıkmasının nedeni, biz 78'lilerin muhafazakar kabuğumuzdan yeterince çıkmayı göze alamayışımızda saklı olduğunu yazarsam yanlış mı yapmış olurum?
DÜNYA 68 KUŞAĞI İLE NE İLGİLENDİK NE DE ANLADIK
Bu saatten sonra artık, "keşke Marx ve Lenin'den alıntı yaptığımız kadar, 68 Kuşağı batılı gençlerin taleplerini Türkiye için nasıl değelendirebiliriz" konusuna da zaman ayırıp kafa yormuş olsaydık diye yazmanın bir anlamı olacağını düşünmüyorum.
Sanırım biz Kıbrıslılar da, 68 pratiğine bakacak kadar Türkiyelilerden öyle çok da farklı bir batı kültürüne sahip değildik.
Ortadoğu, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Asya olmak üzere her birinden bir miktar aldığımız yaşam tarzlarımızla daha çok doğu kültürüne yakındık. Ama batılı ülkelerin ticaret yollarının kavşağındaki bir adada, biraz Fransız Lüzinyanları, biraz Venedik tacirleri ve en son olarak da 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın büyük bir bölümünü içine alarak 81 yıl süreyle İngiliz Sömürgesi (1878-1959) olarak batı kültürünün etkisinde kalmıştık. Ama en çok da Osmanlı tebaası (1571-1878) olarak yaşamış bir cemaattık.
Diyeceğim şu ki biz Kıbrıslılar da bir miktar batıdan etkilenmiş olan doğulular veya Ortadoğululardık.
Ya yanı başımızdaki Avrupa ve Atlas Okyanusu'nun öte ucundaki Amerikan gençliği 60’lı ve 70’li yılları nasıl yaşamıştı?
BATILI GENÇLİĞİN 68 KALKIŞMASI
Batılı gençlik bu yılları elbette biz doğululardan ve Ortadoğululardan daha farklı yaşadı.
68 kalkışması ve onu takip eden yıllarda, batılı gençlik yeni yaşam biçimleri önermekte (komünal yaşam, savaş karşıtlığı ve hapsedileceğini bile bile askere gitmeyi reddetme, ırk ve cinsiyet ayırımcılığına muhalefet etme, özgür üniversite için mütevelli heyetleri ile kavgaya tutuşma, okulları işgal etme, gösteriler, mitingler, polisle çatışmalar, serbest aşk ve seks özgürlüğü, Hippilik, Yippilik, Mariuhana, LSD gibi uyuşturucu kullanımları, Rock, Hard Rock ve Asit müzikleri de dahil…) gündelik yaşamın hemen her alanında her konuya devrimsel ya da radikal değişiklikler önererek, önerdikleri şeyleri gündelik yaşamlarına geçirmek için mücadele ederek el atmaktaydılar.
O yılların batılı öğrenci gençliği, Beatles ve Deep Purple gibi toplumu Devrimci dönüşümü davet eden müzik grupları ile bütünleşmiş, mevcut eğitime ve üniversitelerdeki bayatlamış dedikleri yönetmeliklere karşı çıkmış, siyasetçilerin ikiyüzlülüğü ile polis şiddetini teşhir etmişlerdi..
Bir yandan İnsan Hakları, Savaş Karşıtlığı, Afrika’daki açlık vb. konularda sürekli görüş açıklamışlar, yardım topluyıp ve adeta toplumlarına öncülük etmişlerdi.
Başka ne yaptı Türkiye'dekinden farklı olarak Batının 68 Kuşağı Devrimcileri?
68 Kuşağı batılı gençler, Vietkong ve Filistin bayrakları ile Avrupa ve ABD’nin büyük kentlerinde yürüyüşe geçtiler. Ülkelerinde askerlik yapmaya aktif olarak karşı çıktılar ve vicdani retçi oldular. Yasalara göre asker kaçağı sayıldılar ve aralarında bu uğurda hapse girmeyi göze alanlar bile çıktı.
BİZ 78'LİLER BATILI 68'LİLERE YETİŞEMEDİK
Böylece batılı gençlik bir yandan kendi toplumlarındaki tabuları sarsma yoluna giderken, diğer yandan da nasıl bir gelecek istediklerini açık yüreklilikle ortaya koymuşlardı.
Sanırım biz ikinci ve üçüncü kuşak Kıbrıslı solcuların etkilendiği Türkiye'nin 68 ve 78’lileri, dönemdaşlarımız batılı gençliğe göre daha muhafazakar kaldık. Elbette düzeni değiştirmek, yeni bir yaşam kurmak, bunun için de yeni bir dünyanın yaratılması uğruna mücadele ettik etmesine de...
Ne yazık ki batılı gençler kadar, hem entelektüel hem pratik, hem kavgacı hem pasifist, hem enternasyonalist hem de diğer örgütlerle, birbirimizle barışık yaşayamadık.
Gazete, televizyon ve diğer iletişim araçlarını kendi lehimize onlar kadar etkin kullanamadık.
Toplumsal tabularımızla, onlar kadar açık yüreklilikle ne hesaplaşabildik ne de toplumda içselleşmiş muhafazakar yaşam kalıplarına karşı koyabildik..
Derslerimizi astığımız, okulumuzu yarım bıraktığımız, hapse girdiğimiz, işkence gördüğümüz, işkencelerde, resmi, sivil silahlı saldırılarda, idam sehpalarında birçok yoldaşımızı yitirdiğimiz, eşit, adil ve özgür bir toplum için, gerçekleşmesi için uğrunda mücadele ettiğimiz Sosyalizm için elbette en az batılı gençlik kadar fedakarca mücadele ettik.
Ama talep ettiğimiz özgürlükleri, yaşama dair değişiklikleri ne yazık ki kendi gündelik yaşamımızda bile benimsemekte mütereddittik...
Bu arada günlük basını “faşist” ve gerici” diye niteleyip zaten bize soğuk ve daima uzak duran bu kesime karşı burun kıvırmakla, bu sektörü hiç olmazsa eylemlerimizi duyuracak şekilde olsun kullanabilmek için bir nebze olsun bu konuda kafa yormayı ne denemiş ne de pek istekli davranmış değildik.
Sonuçta Türkiye insanının sosyal mayasını (İslamiyet, milliyetçilik ve muhafazakar yaşam tarzları…) küçük de olsa radikal çıkışlarla etkileyecek, toplumda kalıcı sesler getirecek, etkiler yaratacak kendi Devrimci ve özgür yaşam tarzlarımızı bir türlü inşa edemedik.
böylece 78 olarak Türkiye toplumuna önderlik etme fırsatını da kaçırmış mı olduk?..
Toplumu değiştirmek istiyorduk. Ancak ne kendi yaşamlarımızı değiştirmeye ne hazırdık, ne de kendi içimizdeki otoriter merkeziyetçi siyasi hareketlerimizi sorgulamak konusunda istekli...
Galiba bizde de, siyasi hareketlerimizde de sorun vardı.
Gerçi içerisinde yaşadığımız toplumda, kapitalist ekonomik ve sosyal ilişkilerin ve de yaşam tarzının yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildi. Ticari, ahlaki, hukuki, kültürel ve siyasi değerleri kapitalist mentaliteye göre şekillenmiş bir toplum yoktu.
Galiba bütün bu nedenlerden dolayı da, ne batılı gençler kadar toplumun muhafazakar yaşam biçimlerine ve tabularına karşı cephe almaya ve ne de kendi içimizde toplumun muhafazakar kabuğunu kırmaya hazırdık.
Yani yukarıdaki cümleyi şöyle okumak da mümkün.
Aslında kendimiz de yeterince içselleştirmiş olmadığımız için, ne kendi yaşamımızda derinliğine bir Devrim yapmaya girişebilmiş, ne de toplumun gündelik hayattaki tutucu yaşantısına karşı alternatif yaşam biçimleri önermeye pek hazır ve istekli değildik.
DEVRİM TAHAYYÜLÜMÜZDÜ AMA...
78 Kuşağından yoldaşımız Hüner, bir zamanlar ODTÜ'de aynı siyasi hareket içerisinde yer almış kuşağın şimdi görüş alışverişi yapmakta olduğu yakıngözlüğü sitesinde, Nezih’in 78 ile ilgili değerlendirmesinin arkasından, çocukluk ve gençlik yıllarıyla ilgili olarak yazdıkları, aynı zamanda 2000'li yılların başındaki solun siyasi hal-i pür melaline bir nevi gönderme ve şikayet gibi. Hüner söz konusu yazısının bir paragrafında şöyle yazmış:
“TIR şoförü değil ama, ben de şehirlerarası otobüs şoförü olmak hayali kurardım ve bunu yıllar sonra başka arkadaşlarımla paylaştığımda, kız-erkek fark etmeksizin çoğunun çocukken aynı istekte olduğunu fark etmek tuhaf bir duyguydu. Popüler bir yanı olmamasına rağmen kimilerimizin aynı yıllarda aklına düşen bu tercihin anlamı, dediğin gibi, başka yerlere ulaşma ihtiyacı olmalı. Babamsa ilk duyduğunda, benim kızım otobüs şoförü olur mu bilmem ama devrimci olacağı kesin demişti. O zaman ortalıkta ne devrimcilik vardı, ne de devrimcilerin anladığı devrim anlayışı, babamın devrim kavramından, çoluk çocuk hepimizin, tabuları yıkmayı anladığımız günlerdi. O günlerde, çok değil birkaç yıl sonra,78’lerde tabulaştırılmış bir durumun parçası olacağımı ve sonra yıllarca, önce bunu yıkabilmekle uğraşacağım trajedisini aklıma getirmem mümkün değildi.” (2)
Hüner bunları yazdığında aradan 30 yıl geçmişti. Yani yıl 2008’di.
78 Kuşağı olarak en çok inandığımız ve o yıllarda uğruna öleceğimiz tek Leyla’ydı Devrim…
Ama içi doldurulmamış, daha doğrusu nasıl ulaşacağımızı çok da kestiremediğimiz güzel günlerin tahayyülü ile dolu zor bir dönemeçti bizim için Devrim…
Bu nedenle "Devrim" diye diye reel politik gerçekten çok, hayallerimizde içselleştirdiğimiz Devrimle daha çok mu ilgilendik?
Galiba daha çok bir tahayyül, daha az bir gerçeklik oldu Devrim bizim için.
Çünkü Devrim daha çok tahayyülümüzdü, gerçek ise farklı...
………………………………………….
ERKEKLER PATRON, KIZLAR KİTLE
Son olarak 78 Kuşağından bir yazarın, 78 Kuşağını konu alan romanında, o yılların kadın-erkek ilişkisine dair toplumdaki genel düşünceyi şöyle özetlemiş olduğunu görüyoruz…
“Aşk meşk ilişkileri şimdiki gibi değildi. Kız arkadaşlarımızı yoldaş olarak görüyorduk. Erkek gibiydiler yanımızda. Mücadele arkadaşlarımızdılar. Evet çoğumuz kırsal kesimden gelmiştik. Ama sol teori bizi kısa zamanda adam etmişti. Kadın erkek eşitliğini teorik olarak içselleştirmiştik. Zordu bu aslında Salih. Düşünsene bir yığın feodal kalıpla geliyorsun kente ve bir sol hareketin içinde buluyorsun kendini. Daha burjuva ilişkileri yaşamadan bir ileri aşamaya geçmeye kalkıyorsun. Ve bunu da başarıyorsun yaralı bereli bir şekilde de olsa. Diğer sol siyasi hareketlerin kızlarıyla ilişki kurmamız olanaksıza yakındı. Kalıyordu geriye, kitle diye küçümsediğimiz kızlar. Zaman yok. Ayrıca onların patronu, öğretmenleri gibi görüyorduk kendimizi. Hızlıydık, gözümüzü budaktan sakınmıyorduk. O kızlar hem korkuyordu bizlerden, hem de gizli bir hayranlık duyuyorlardı bize karşı. Yanımızdaki yoldaş bacılara çok iyi sahip çıkıyorduk. Onlarla eşitlik temelinde ilişkimiz oluyordu. Bu da çekiyordu kızları. Yakınlaşmak istiyorlardı bize elbette, ama korkuları geride tutuyordu onları…” (3)
78 KUŞAĞI KIBRISLI İGD’LİLERİN SİYASİ MANTIK EVLİLİKLERİ
Gerek Ankara, gerek İzmir, gerekse İstanbul’da Kıbrıslı öğrenciler arasındaki ilişkiler aynı siyasi hareket içerisinde yer alanlar arasında çok sıcak, çok arkadaşça ve yoldaşçaydı.
Aynı siyasi harekete mensup kızlı-erkekli düzenli olarak öğrenciler dernekte veya muhalefet olanlar devrimcilerin hakim olduğu bir üniversite salonunda bir araya gelip toplantılar düzenler, bu toplantılarda Marxist siyasi ve felsefi seminer ve eğitim çalışmaları yapılır, birlikte mitinglere gidilir, bazen de birlikte gezilip eğlenilirdi.
78 Kuşağı yıllarında Ankara ve İstanbul’da Kıbrıslıların ayrı olarak kız ve erkek yurtları vardı. Dolayısıyla Kıbrıslı öğrencilerin bu yurtlarda her gün birlikte olma, bir araya gelme imkanları vardı.
Özellikle Türkiye’nin bu en büyük bu iki kentinde (ki en çok Kıbrıslı öğrenci de bu iki kentte bulunuyordu) Kıbrıslılar derneğinde yönetimde olan grup, Türkiye’de İGD sempatizanı olarak da anılan CTP-KÖGEF tayfasıydı. İlginçtir nedense en çok da bu grubun kızları ile erkeleri arasındaki arkadaşlık ve yoldaşlık ilişkileri bir süre sonra hayat boyu kalıcı beraberliklere dönüşmüştü.
Diyebiliriz ki İGD sempatizanı Kıbrıslı öğrenciler daha çok kendi aralarında önce arkadaş, sonra siyasi yoldaş ve en sonunda da sözlenip nişanlı olmuşlar ve bu birlikteliklerini Kıbrıs’ta evliliğe dönüştürmüşlerdi.
Genel bir tanımlama ile “siyasi-mantık evliliği” de denebilir miydi buna?
Sanırım bu mealde bir evlilik oldu 78 Kuşağı KÖGEF’liler arasında.
Türkiye’de okul dönemi sona erip de Kıbrıs’a dönen bu gruptan gençler, geçmişin bu “siyasi mantık evlilikleri”nin yarattığı siyasi ve feodal arkadaşlık dürtüsü altında, CTP içerisinde daha kolay kök salıp, daha hızlı organize olabildiler.
Yazmış olduğum gibi 78 Kuşağı döneminde bu tür evlilikler en çok KÖGEF yani CTP’li olan öğrenciler arasında gerçekleşti. Diğer sol görüşlü öğrenciler arasında bu tür siyasi yönü ağır basan hayat arkadaşlıkları ise nadir oldu.
Böylece 1980’yılından başlayarak, CTP üst düzey kadroları KÖGEF’lilerden oluşmaya başladı. Ve kısa sürede bu kuşak CTP’nin yönetim kadrosuna hakim olmakta gecikmedi. Böylece 78 Kuşağı yıllarında İzmir, Ankara ve İstanbul’daki derneklerde tanışarak sözlenen, nişanlanan gençler, Kıbrıs’ta evlenerek, hem kendi aralarında, hem de kendileri gibi evli arkadaşlarıyla siyasi bir güç odağı olmayı başardılar.
Yüksek öğrenimde ilk bir yılımı geçirdiği İzmir’de Kıbrıslı öğrenci derneğinde yönetimdeki Kıbrıslı İGD sempatizanlara karşı, muhalif olan Halkın Kurtuluşu taraftarı “Devrimci Muhalefet” grubundan Kıbrıslılar, Türkiye’de oldukları sürece enerjilerini Türkiye devrimi için daha çok mu harcıyorlardı da kızlarla yoldaşlığın ötesinde arkadaşlık kuramamışlardı?
Aslında daha çok Türkiye siyasi hareketleri içerisinde mücadele ediyorduk ve örgüt içerisindeki kızlara da mücadele içerisinde yoldaşça ilişki dışında duygusal bir bağ kurmaktan o yıllardaki ortam nedeniyle elimizden geldiğince kaçınıyorduk.
İGD sempatizanı Kıbrıslı öğrenciler ise, siyasi çalışmalarını ve enerjilerini daha çok dernek ve Kıbrıs çerçevesinde yoğunlaştırdıkları için, daha çok bir arada oldukları için Kıbrıslı kız öğrencilere daha yakın olmaları doğaldı.
Ben oradayken 1975 yılı sonbaharında İzmir Kıbrıslı öğrenci derneğinde yapılan seçimde sanırım tek bir kız öğrenci dışında hiçbir kızdan oy alamamıştık.
O günkü seçimi kazanan ve sonradan KÖGEF’i oluşturacak bu öğrenciler kendilerine oy veren Kıbrıslı kızların bir bölümüyle zaten ya sözlü, ya nişanlıydılar ve sonunda da evlendiler. < Çoğu da çoluk çocuğa karışmış ve hala evliler…
78 KUŞAĞI KIBRISLILAR ARASINDA “DEVRİMCİ GRUP” ve DİĞER “DEVRİMCİ MUHALEFET” KIZ-ERKEK İLİŞKİLERİ
Öte yandan KÖGEF dışında yer alan Kıbrıslı öğrencilerin dernek içerisinde muhalefete düşmeleri, örneğin KÖGEF’çiler gibi homojen siyasi bir birlik oluşturmayan Ankara’daki “Devrimci Grup” (Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Kurtuluş ve Troçkistler) hareketinin içe dönük kalıcı bir örgütlenme oluşturmasını engellemişti. “Devrimci Grup” Ankara’da KÖGEF’çiler kadar kalabalık sayıda taraftara sahipti ve hatta KÖGEF grubuna karşı “ODTÜ Kıbrıslılar Komitesi” seçimlerini açık farkla kazanarak bu okuldaki komitenin yönetimini ele geçirmişti. Buna karşılık, “Devrimci Grup” üyelerinin bir kısmının Türkiye 78 Kuşağı siyasi hareketleri pratiği içerisinde aktif olarak yer almaları ve böylece daha “erkek egemen” bir sosyal ilişki ağı içerisinde bulunmaları, belirtildiği üzere heterojen bir siyasi birlik oluşturmaları, kalıcı bir siyasi birliktelik oluşturmalarını engelleyecekti. Dolayısıyla Ankara’daki bu grup ve aynı şekilde İzmir’deki Halkın Kurtuluşu ve Dev-Yol ile İstanbul’daki Dev-Yol, Halkın Yolu ve Dev-Sol gibi 78 Kuşağı Kıbrıslı devrimci muhalif gruplar içerisinde bu tür “siyasi-mantık evlilikleri” KÖGEF’cilere göre devede kulak kadar gerçekleşti...
.........................................................
78 KUŞAĞI KÖGEF KANADI KUZEY KIBRIS’TA SİYASİ YÖNETİME GELDİ
Yukarıda anlatmış olduğum Türkiye 78 Kuşağından bağımsız olarak Kıbrıslı öğrencilere has bu siyasi yapılanmalar ve yol açtığı sosyal ilişkiler hiç de hafife alınacak, önemsiz sayılacak bir konu olmadığı için, o dönemi anlatırken bu konunun üzerinden atlayıp geçmek istemedim.
Nitekim o dönemde bu tür “siyasi-mantık evliliği” evlilik yapan kişilerin CTP’nin şimdiki kadrolarının şekillenmesinde hiç de hafifsenmeyecek günümüze kadar gelen etkileri olmuştur.
KÖGEF grubunda iken daha çok Ankara ve İstanbul’daki Kıbrıslıların erkek ve kız yurtlarında ve dernek yönetimlerinde tanışıp evlenmiş olan dönemin öğrencileri, CTP’nin 30 yıl sonraki yönetim kadrolarını oluşturdular. Bunlar arasından CTP milletvekili seçilenler, belediye başkanı, CTP’nin yer aldığı hükümetlerde bakan olanlar vardır.
Ve hükümet ettikleri yıllarda en çok da KÖGEF geleneğiyle birbirlerine adeta “eski feodal günlerinin hatırına” bir şekilde siyasi destek olmaya devam etmişlerdi.
Milletvekili seçilenlerin arasından CTP’nin hükümet ortağı olduğu dönemde KÖGEF’çilerin bakan olmalarının yanı sıra, bakan olan KÖGEF’çilerin müsteşarlarını da kendileri gibi bu 78 Kuşağından veya onlara yakın çevrelerden seçtikleri bilinmeyen bir gerçek değildir.
78 Kuşağı yıllarında Türkiye’deki Kıbrıslılar yüksek öğrenim derneklerinde tanışıp evlenenler arasında, KKTC’nin Cumhurbaşkanı ve iki Başbakanı olmak üzere bir çok bakanların, milletvekillerin, müsteşarların, daire müdürlerinin ve devletin diğer yönetim kadrolarına yerleştirilenlerin isimleri anımsandığında bunlar arasında KÖGEF’çilerin ne kadar yoğun bir şekilde yer aldıklarını görmek mümkün.
Bu son durumun ise rastlantsal bir durum olmaktan öte vakt-i zamanın şartlarından kaynaklanan “siyasi-mantık evlilikleri” olarak adlandırılabilecek bu birlikteliklerin, yani bir zamanlar Türkiye’de ismi KÖGEF olan federasyonda toplanmış öğrencilerin birçoğunun aralarında yaptıkları evliliklerinin, ileride kendilerine CTP içerisinde bir avantajlı durum yaratmasına yol açtığı bir durum.
Ancak 2002 yılından itibaren Kıbrıs’ın Kuzeyinde sokağa dökülen kitleleri toparlamaya ve yönlendirmeye çalışan “Bu Memleket Bizim Platformu” pratiğini, 2004 ve 2005 yıllarındaki seçimlerinde CTP’ye oy olarak akmasında KÖGEF’çilerin önemli payı olmuştu. Ancak “zafer”le çıktıkları seçimden sonra CTP’ni ve bu parti nezdinde Kıbrıs Türk Solunu da batağa saplayıp ilk seçimde büyük oy kaybına uğrayan, sadece hükümetten değil, arkasına aldığı Türkiye ve Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetlerinin, AKPARTİ ve AKEL’in muazzam desteğine rağmen Cumhurbaşkanlığından da olan yine bu KÖGEF geleneği olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Biz dönelim konumuza.
Geçmişte yapılan bu evlilikler sayesindedir ki, KÖGEF’çi gelenek CTP’ni, daha kolay organize olarak “zapt-u rap” altına almasında önemli bir etken olmaya hala devam etmektedir.
..............................................................
(1)Sokak Güzeldir, Nadire Mater, Metis Yay, sf116.
(2)Hüner Buğdaycıoğlu, e-posta-yakıngözlüğü sitesindeki yazısından, 13.08.2008,
(3)Halim Bahadır, Tuzağa Düşen Masumiyet, Say Yay. sf. 119.

