2 Şubat 2010 Salı

V. 68 ve 78 KUŞAĞINDA KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ SÖZDEYDİ.



Yıl 1985, Aylardan Şubat. Ankara’da ilk defa eksi 20’nin altında bir soğukla karşılaşmıştım. Ben askerliğimi bitirmek üzere, Erdem Beko’da işe başlamış, Figen, Nuray, Cahit ve Şükran ise ODTÜ’de öğrenciydiler...
12 Eylül acımasızca bir silindir gibi geçmişti üzerimizden. 78 siyasi hareketlerinin Merkez Komiteleri, arkadaşlarımız, yoldaşlarımız hapisteydiler ya da yurt dışına kaçmışlardı. Güya Milletvekili seçimleri yapılmış, Turgut Özal Başbakan seçilmişti ama Ankara ve İstanbul dahil 23 il’de sıkıyönetim devam etmekteydi. Sinan Suner’in öldürülmesinin üzerinden 5 yıl geçmiş, Erdal Eren’in idamının 5. yıldönümüne aylar kalmıştı. Ankara’da “çıt” çıkmıyordu. Biz biraz şaşkın, biraz da üşümüş olmalıyız ki; fotoğraftaki gibi birbirimize sokulmuştuk.



Erkek burjuvazidir ve karısı daima proletaryayı temsil eder.
F.ENGELS

Türkiye’nin en seçkin üniversitelerinden birisi sayılan ODTÜ’de, havanın karardığı saatlerde ağaçların arasında el-ele, birbirine sarılarak dolaşan ve etrafta birisi yoksa öpüşen öğrencilerin davranışlarını “uygunsuz” sayan “Devrimciler” tarafından sözlü olarak bir daha yapmamaları mealinde ikaz edildikleri ve hatta bazen tartaklandıkları, 78 Kuşağı döneminde bu üniversitede öğrenim görenlerin bilmediği bir gerçeklik değildi. O yıllarda ODTÜ’de öğrenci olan Kıbrıslı bir arkadaşım, mezun olduktan yıllar sonra bana, bir gece aynı üniversitede kendisi gibi öğrenci ve şimdi de evli olduğu ve de çoluk çocuğa karıştığı eşiyle okulun koruluğunda el-ele yürürlerken, bir grup “Devrimci” tarafından önlerinin kesilerek tehdit edildiklerini, hakarete uğradıklarını anlatmıştı.
Aslında devam etmekte olduğum İdari İlimler Fakültesi’ndeki bir başka Kıbrıslı arkadaşımdan da, yukarıdaki olaya benzer şekilde ağaçlar arasında uygunsuz pozisyonda yakaldıkları kızı devrimci kızların, kendilerine diklenmeye kalkan erkeği de devrimci erkelerin, hem sözel, hem fiziki olarak epeyce hırpalamış olduklarını dinlemiştim.
Demek istediğim ODTÜ gibi “Devrimcilerin Kalesi” olan ve o yılların ünlü deyişiyle Devrimciler için “Kurtarılmış Bölge” sayılan bir eğitim kurumunda bile öğrencilerin sarmaş dolaş yürümesinin Devrimciler tarafından pek hoş karşılanmadığıydı. Bu şekilde gençler arasındaki fizksel yakınlaşmalardan, karşı Devrime yarayacak bir burjuva yozlaşmasını “keşfeden” ve mevcut durumun “vehameti”nden kendisine “Devrimci Görev” çıkaran, muhafazakar Belediye memurları gibi zaman zaman “toplumsal ahlak zabıtalığı”na soyunan komi-trajik hallerimizden örnekler ne yazık ki azımsanmayacak kadar çoktu.
……………………………….

78 KUŞAĞININ SESİ ERKEKTİ
Bir yandan içerisinden özgürlüğün fışkıracağı yeni bir dünya kurmak için ölümü göze aldığımız bir Devrim mücadelesi veriyorduk.
Öte yandan toplumda o an için geçerli muhafazakar yaşam biçimlerine dokunmamaya, hatta bu yşam biçimlerinin gönüllü bekçiliğini yapmaya soyunuyorduk. Ancak nedense bu iki türlü davranışımız arasındaki yaman çelişkiyi de bir türlü fark edemiyorduk.
O yıllarda cinsiyet üzerine derin tartışmalara girmek, ortada Devrim yapmak için yığınla “ciddi” sorunlar dururken, arkadaşlarımız hapis edilir, yaralanır ve vurulup öldürülürken, sanki “her şey bitti de leğenin örtüsü kaldı” gibisinden bu tür konuların konuşulmasını pek hoş karşılamazdık.
Aslında o yıllarda bizim için yeni kavramlar olan “cinsel özgürlük”, “feminizm”, “gey’lik”, “biseksüellik” ve sonuç olarak “homofobiye karşı olmak” ve de buna benzer konular ve kavramalarla ilgili olarak çoğumuz pek bir bilgiye sahip değildik. Tabii doğanın boşluk tanımadığı gibi, toplumsal alanda da bu boşlukları İslami ve muhafazakar yaşam tarzları ile bu ikisine uygun toplum kuralları dolduruyordu. Örneğin “homoseksüellik” konusunda yanlış ve eksik bilgilere sahiptik. Dolayısıyla homoseksüelleri "zayıf karakterli kişiler" veya homoseksüelliği de “kötü bir alışkanlık” veya "hastalık" olarak görüyor ve homoseksüellere “sinik ve kötü” gözle bakabiliyorduk.
Biz 78’liler kendimize birçok “Kurtarılmış Bölgeler” yaratsak da, yine de bu bölgelerimizdeki yaşamlarımızı muhafazakar toplumun kurallarını pek sarsmayacak şekilde düzenliyorduk.
Tahayyülümüzün sınırları, bilgilenme eksikliğimizden dolayı mı dardı?
Yoksa biz 78’liler kendi hayatlarımızda radikal ve Devrimci alt üst oluşlara ve dönüşümlere hazır mı değildik?
Devrim’e, yani toplumsal bir alt üst oluşa hazırsak, neden günlük pratik yaşantımızı Türkiye toplumunun muhafazakar kalıplarının dışına taşırmaktan kaçınıyorduk?
Neden gündelik yaşamımızda örneğin “kadın-erkek ilişkilerinde eşitliği”, “cinsel özgürlüğü” kapitalist toplumun kalıplarını ve tabularını alt üst edecek biçimde, müstakbel sosyalist toplumun gereklerine göre düzenlemeye yanaşmıyorduk.
Kadın-erkek eşitliğini savunuyorduk ancak siyasi hareketlerin merkez yönetimlerinde kız arkadaşlarımızın siyasi ağırlığı yok denecek kadar azdı. Forumlardaki konuşmacılar gür sesli Stalin bıyıklı erkeklerdi.
Ben ODTÜ’de ve Ege Üniversitesinde bulunduğum yıllarda, ne birisinde ne diğerinde, düzenlenen eylemler ve yapılan konuşmalar sırasında, sürecin önderleri veya liderleri arasında tek bir kız öğrenciye rastladım. Siyasi hareketler arasında düzenlenen mitinglerde, forumlarda ve panellerde konuşmacılar hep aynı cinsiyettendi ve hepsi de erkek’ti…
Bütün bunlar da gösteriyordu ki siyasi hareketlerin aldığı eylem kararları da, teorik açılımları da biz öyle olduğunu arzu etmesek ve savunmasak da “erkek egemen”di.
Toplumdaki “erkek egemen kültür” biz teorik olarak karşı çıkıyor olsak da, bir şekilde hem 68’liler hem de biz 78’liler tarafından kanıksanmış ve gündelik hayatımızın içerisine sinmişti…
68 Kuşağının kız militanlarından Jülide Aral kendi kuşağını anlatırken: “Erkeklerle eşit miydik?” diye sorduğu sorunun cevabını da kendisi veriyor: “Lafta eşittik. Erkeklerin egemenliği tartışılmaz; merkez kurullarında, yönetimlerde hep onlar, alt kademelerde de tek tük birkaç kadın.” (1)
Fakat 68 Kuşağı yıllarında Batıda gençlik içerisinde büyük bir zihniyet değişimi yaşanıyordu. Ve orada gençlik batı toplumlarında tabu olan yaşam kalıplarına ait ne varsa hepsini sorgulayarak değişimi kendi gündelik yaşamlarına taşıyor, on yıl sonrasında biz 78’liler, Dünyada bütün bu olup bitenlerden hala habersiz ve “erkek egemen”liğin içselleştirildiği siyasal örgütlenmelerimizle, hem Türkiye coğrafyasında, hem de Dünya ölçeğinde kapitalizmin yol açtığı tüm eşitsizlikleri ortadan kaldıracağımız iddiasıyla mücadele ediyorduk.
Ve 68 Kuşağının THKP-C militanı Jülide Aral’ın yazdıkları sanırım 78 kuşağının militan kızları için de geçerliydi.
Şöyle yazmıştı Jülide: “Önce mini eteklerimiz uzamaya başladı, sonra makyajdan vazgeçtik, giderek militanlaştık, cinsiyetsiz olmaya başladık…”
78 Kuşağı yıllarında üniversitede kızlarının, iddiasız, hatta paspal ve erkeklere benzeyen giyim ve kuşamlarıyla, biçimsel olarak Devrimciliğe daha yakın olunacağına dair ortama böylesine bir siyasal atmosfer mi hakimdi?
Kesinlikle devrimci kızlar böyle giyinmeli diye açıktan bir zorlama olmadı ve yoktu. En azından ben böyle yazılı, çizili bir kurala şahit olmadım.
Ancak her kızın ve her erkeğin kafasında da "proleter devrimci kızlar böyle olmalı" diye kanıksanmış bir düşünce de yok değildi.
Bugünün moda değimiyle dincilerin "mahalle baskısı" örneğini çağrıştıran yazılı olmayan bir "giyim kuşam adabı" da ODTÜ'de kendini bir dönem hissttirmiştir...
……………………………........

Elbette kızlar da kendi aralarında örneğin seçimlere (en çok da kız yurtlarında) katılmak, tartışmak ve konuşmalar yapmakla 78 Kuşağı mücadelesinin aktif unsuruydular. Hatta örneğin ODTÜ’de sınıf ya da bölüm temsilcisi adayı olan, aday olarak tartışmalara katılan, hatta erkek adaylara karşı seçim kazananlar da oluyordu. Ancak yine de kızlar için genel manzara, örneğin pankart yazmak, afiş basmak, şehirdeki yazılama ve afişlemelerde gözcü olmak, zor durumdaki erkeğin silahını el çantasında taşımak ile ilgili belki tanım biraz ağır olacak yaptıkları işlere mücadeleye “yedek lastik” olmak mealinde işler olarak bakılıyordu.
Devrimci kız arkadaşlarımızın kendilerine böyle bir ayırım yapıldığına dair kaygıları var mıydı?
Bilemeyeceğim. Ancak hem 68 ve hem de 78 Kuşağının içersinden gelen, o yılları yaşamış Türkiyeli kadın yazarlarımızın bir çoğu da, Jülide Aral gibi veya ona yakın şeyler söylüyorlar romanlarında.
Oya Baydar ve Ayşegül Devecioğlu bunlardan ikisi...

78 KUŞAĞI FEMİNİZME KARŞIYDI
Sanırım siyasi hareket ile bireysel ilişkilerimizin zaman zaman “cemaat” bağlılığına dayanıyor olması nedeniyle biz erkekler gibi kız arkadaşlarımızın da endişelendikleri veya kendilerine haksızlık yapıldığını hissettikleri bazı hassas konularda bizim gibi “sükut’un altın” olabileceğini düşünmüş olabilecekleri, ek olarak “bireyselliğin” baskılandığı o yıllarda bu konuda "sükut ikrar gelir" düsturuyla, sürerdurumu açıkça kabullenmiş olabileceklerini de söylemek mümkün müdür?
Belki de mümkündür...
Kaldı ki o yıllarda “ayırımcılığa karşı kadın hakları lehinde” bir mücadele başlatılmış olsaydı, siyasi hareket tarafından böyle bir mücadelenin işçi sınıfının mücadelesini böleceği itirazıyla karşılaşılması da büyük bir olasılıktı.
Çünkü 78 Kuşağı yıllarında Marxist hareketler, bugün pek yaygın örgütlenmeler olan feminizim, çevrecilik, ayrımcılık vb... alanlarında ayrı olarak örgütlenecek hareketlere, işçi sınıfının mücadelesini böleceğini düşünerek olumsuz bakıyorlardı.
Özetle 78 Kuşağı, kapitalizm karşıtı olduğunu açıkça ilan etse de o yıllarda batıda patlak veren kadın, çevre, ırk, renk ve cinsiyet ayırımı gibi ayrı örgütlenmelere ve hareketlere karşıydı.
…………………………………….

YAŞANTIMIZA DEVRİMCİLİK DEĞİL MUHAFAZAKARLIK HAKİM OLDU
Gündelik hayatta, Türkiye ve Dünya ile ilgili siyasi olayların teorik yorum kısmına vurgu yapmayı, bunun için de sık sık bildiri dağıtıp, afiş asıp yazılama yapmayı, gelecek güzel günlerin hayali ile yaşamayı, pratik yaşamımızı değiştirmekten çok daha kolay ve çok daha kabul edilebilir mi buluyorduk?
Sanki günlük yaşantımızda radikal değişimler yapmaya, yaşam biçimimizde dönüşümler yapmak için kafa yormaya pek istekli ve hazır değildik... Sanki muhafazakar bir çekingenlikle bütün tasarladığımız ve adına kimi zaman devrimci, kimi zaman Sosyalist ya da Komünist dediğimiz, uğrunda mücadele ettiğimizi söylediğimiz, arkadaşlarımızı yoldaşlarımızı kaybettiğimiz yaşam biçimlerinin tümünü de, Devrim sonrasına ertelemiş gibiydik...
Aşık olmayı ve sevişmeyi bile...
Biraz da bu nedenle olmalı siyasi hareketlerin içerisindeki kızlar erkeklerin yoldaşı olmaktan çok bacılarıydılar. Bacı kızkardeş’e çağrı yapıyordu. Elbette bacılara yan gözle bakılamazdı. Böylece onlar yoldaşlarımız olduğu anda, sanki karşı-cinsten olduklarını da hatırlamak ve sanki korunmaya da muhtaçmışlar gibi ağabeylik görevine soyunmayı üstümüze vazife ediniyorduk…
Belki de tam böyle anlatmış olduğum gibi, yani en azından bu kadar basit değildi de düşünsel birlikteliğimizin başka ulvi ve kutsi tarafları vardı bizleri birbirimize bacı-kardeş gibi yakın kılan.
Ama sonuçta Devrimci mücadele içerisindeki ne kendimize ne de kız arkadaşlarımıza, erkelerin bu karşılıklı muhafazakar yaklaşımlardan başka bir seçenek bırakmıyorduk ve zaten herşey gibi aşkı, evliliği bile Devrimden sonraya ertelemeyi düşünenlerimizin asyısı azımsanmayacak kadar da çoktu. Ve hapsedilen arkadaşlarımızın yardımına, vurulanların cenazelerine, polisin ve jandarma'nın baskısına inat mücadeleyi daha da yükseltmekteki ısrarımızın sürdüğü o kavganın kızgın anında bu muhafazakarlığımızı kabullenmekten başka bir olanak da kalmamış oluyordu hiçbir tarafa...
Örneğin daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi kızlar siyasi hareketlerin merkez komitelerinde ya hiç yoktular ya da bir elin sayılı parmakları kadar azınlıktaydılar.
Kızlar genellikle afiş asmaz, duvara yazı yazmaz, silah kullanmaz, erkeklerin dikkatini çekecek şekilde giyinip süslenip püslenmesi Devrimciler arasında çok da hoş karşılanmazdı.
Bunun için de örneğin ODTÜ yurtlarında resepsiyondaki hoca’nın yurt kuralları diye saat 12’den sonra kızların erkeklerle ders çalışmasına bile yasak koymasına ses çıkarmaz, dolayısıyla sessiz bir biçimde konan yasağı onaylamış olurduk.
Türkiye'de 2000 yılında hala kızlar erkeklerin yurtlarındaki odalarını ziyaret edemiyorlarsa bunda 78 Kuşağının pasiflğinin de bir etken olabileceğini yazmam bu kuşak için haksızlık mı olacak?
Sanmıyorum.
Çünkü eğer biz 78'liler bir erkeğin bir kızın, bir kızın da bir erkeğin yurttaki odasını ziyaret edebileceğini dillendirmiş olsaydık, belki de şimdiye çoktan batıda 68 Kuşağının başardığını, hiç olmazsa 2000'li yılların başında başarma şansını, Türkiye'de kendimizden sonraki kuşağın yakalamasına olanak sağlayabilirdik.
Ama biz ne yaptık?
Az önce anlatmış olduğum gibi. Üniversite içerisinde sarmaş dolaş olan kızlarla erkeklere bile olumsuz baktık. Bu da zaten değiştirmeyi düşündüğümüz toplumun kanıksadığı bir muhafazakar ahlakçı kalıbıydı.
Biz de zaman zaman sanki üstümüze vazifeymiş gibi toplumda yerleşik bu muhafazakar kalıplara, yazılı olmayan yasakların uygulanmasına neredeyse yardımcı bile olduk...
Halbuki bir kızın bir erkek arkadaşını, bir erkeğin de bir kız arkadaşını, değil odasında ziyaret etmesi, kantinde birlikte ders çalışması bile günün belli saatleri ile sınırlandırılmıştı.
Yazmış olduğum gibi, kızların erkekleri, erkelerin kızları, bizzat günün herhangi bir saatinde odasında ziyaret etme hakkını, sabaha kadar kantinde veya yurtların çalışma salonunda birlikte ders çalışma hakkını savunmuş ve pratik hayatta uygulayabilmiş olsaydık, kimbilir ne kadar renk katmış olurduk mücadelemize!..
En azında bir kızın bir erkekle ODTÜ koruluğunda gece el ele dolaştılar veya öpüştüler diye Devrimciler olarak ahlak zabıtalığına soyunmazdık. Belki de, çok ciddi işler peşinde olduğumuz belli olsun diye illa da asık yüzlü olarak gözükmek zorunda kalmaz, “a-politik” ya da “kitle” diyerek küçümsedğimiz öğrencilere daha sempatik yaklaşır, daha cana yakın olur, onlardan da aynı şekilde bizden korktukları veya çekindikleri için değil, bizi kendilerine yakın buldukları için daha kalıcı destek almış olurduk.
Ancak biz Türkiye’de Devrim olmadan da muhafazakar yaşamlarımızdan, geleneksel davranış kalıplarımızdan kurtulmayı, mevcut rejimin dayattığı yaşam biçimlerinden farklı olarak kendimizce daha özgür yaşamlara yelken açmayı hiç denemedik.
Toplumsal Devrim yaparak değiştirmek için yola çıktığımız Türkiye’deki muhafazakar yaşam tarzını kendi gündelik hayatımızda bile değiştiremeyen biz Devrimciler, böylece toplumun yürürlükteki kurallarına ve yaşam tarzına teslim mi oluyorduk?
Kendi alternatif yaşamlarımızı inşa edememekle, kendi hayatımızda bile değişime açık olmayarak, mevcut yaşamın yeknesaklığına ayak uydurmakla aslında toplumsal değişim gibi radikal dönüşümleri savunmayı sözde, ancak rejimin yeknesak yaşamına sıkışıp kalmayı pratikte göstermiş mi oluyorduk?
Ne 68, ne de 78’de hiçbir siyasi hareket veya örgüt uğrunda mücadele ettiği yaşam tarzını kendi gündelik pratiğine dahil ederek, toplumun muhafazakar yaşamı ile bir hesaplaşmaya girişmemiş, belki de bunu yapmaya vakit ayır(a)mamış, akıl edememiş miydi?
Doğru ya, Türkiye Müslüman bir ülkeydi ve yüzyılların davranış kalıplarını zorlayarak, üstelik de komünistlerin yıllarca “ahlaksız kişiler” olarak lanse edilmiş olduğu, itilip kakıldığı, düşman olarak bellendiği, muhafazakar bir toplumda bu tür saldırılara karşı ihtiyatlı bir teyakkuzda gözükmeyi alışkanlık haline getirerek, örneğin ODTÜ’deki kız-erkek ilişkilerinde bile kısıtlamalara boyun eğmeyi veya bazen aksi davrananları “ikaz” etmeye yeltenecek kadar muhafazkarlığı içselleştirmemiş miydik?
Böylece biz Devrimciler bir yandan Devrim yapmak üzere kurulu düzene başkaldırırken, toplumun mevcut muhafazakar yapısı, kendi yaşantımızda, mücadelemizde ve örgütlenmemizde var olmaya devam mı etmiş oluyordu?
İşte bu ve gündelik yaşama dair buna benzer birçok muhafazakarlıklarımızdan kurtulmayı becerebilmiş olsaydık, belki de bugüne geride miras olarak kayıp bir 78 Kuşağını bırakmış olmayacak, yaşama dair, daha somut, "bizim" diyebileceğimiz şeyler de bırakacaktık.
Belki kendimize ve yoldaşlarımıza haksız ve acımasız bir eleştiri yapabiliriz endişesiyle, uzun süre 78'i hiç yazmamış olmayı sürdürmeyecektik.
Ya da sadece bu konunda ajitatif laflar etmenin dışında fazla suya sabuna dokunmayan yazılarla yetinmeyi, 78'e dönük eleştiri oklarımızı yalnızca romanlardaki kurgularla sınırlı tutmayı tercih etmeyecek miydik?
Türkiye’de 78 Kuşağı döneminin yüz binlerle ifade edilen kalabalıklarından günümüze bu kadar az anı, bu kadar az roman çıkmasının nedeni, biz 78'lilerin muhafazakar kabuğumuzdan yeterince çıkmayı göze alamayışımızda saklı olduğunu yazarsam yanlış mı yapmış olurum?


DÜNYA 68 KUŞAĞI İLE NE İLGİLENDİK NE DE ANLADIK
Bu saatten sonra artık, "keşke Marx ve Lenin'den alıntı yaptığımız kadar, 68 Kuşağı batılı gençlerin taleplerini Türkiye için nasıl değelendirebiliriz" konusuna da zaman ayırıp kafa yormuş olsaydık diye yazmanın bir anlamı olacağını düşünmüyorum.
Sanırım biz Kıbrıslılar da, 68 pratiğine bakacak kadar Türkiyelilerden öyle çok da farklı bir batı kültürüne sahip değildik.
Ortadoğu, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Asya olmak üzere her birinden bir miktar aldığımız yaşam tarzlarımızla daha çok doğu kültürüne yakındık. Ama batılı ülkelerin ticaret yollarının kavşağındaki bir adada, biraz Fransız Lüzinyanları, biraz Venedik tacirleri ve en son olarak da 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın büyük bir bölümünü içine alarak 81 yıl süreyle İngiliz Sömürgesi (1878-1959) olarak batı kültürünün etkisinde kalmıştık. Ama en çok da Osmanlı tebaası (1571-1878) olarak yaşamış bir cemaattık.
Diyeceğim şu ki biz Kıbrıslılar da bir miktar batıdan etkilenmiş olan doğulular veya Ortadoğululardık.
Ya yanı başımızdaki Avrupa ve Atlas Okyanusu'nun öte ucundaki Amerikan gençliği 60’lı ve 70’li yılları nasıl yaşamıştı?


BATILI GENÇLİĞİN 68 KALKIŞMASI
Batılı gençlik bu yılları elbette biz doğululardan ve Ortadoğululardan daha farklı yaşadı.
68 kalkışması ve onu takip eden yıllarda, batılı gençlik yeni yaşam biçimleri önermekte (komünal yaşam, savaş karşıtlığı ve hapsedileceğini bile bile askere gitmeyi reddetme, ırk ve cinsiyet ayırımcılığına muhalefet etme, özgür üniversite için mütevelli heyetleri ile kavgaya tutuşma, okulları işgal etme, gösteriler, mitingler, polisle çatışmalar, serbest aşk ve seks özgürlüğü, Hippilik, Yippilik, Mariuhana, LSD gibi uyuşturucu kullanımları, Rock, Hard Rock ve Asit müzikleri de dahil…) gündelik yaşamın hemen her alanında her konuya devrimsel ya da radikal değişiklikler önererek, önerdikleri şeyleri gündelik yaşamlarına geçirmek için mücadele ederek el atmaktaydılar.
O yılların batılı öğrenci gençliği, Beatles ve Deep Purple gibi toplumu Devrimci dönüşümü davet eden müzik grupları ile bütünleşmiş, mevcut eğitime ve üniversitelerdeki bayatlamış dedikleri yönetmeliklere karşı çıkmış, siyasetçilerin ikiyüzlülüğü ile polis şiddetini teşhir etmişlerdi..
Bir yandan İnsan Hakları, Savaş Karşıtlığı, Afrika’daki açlık vb. konularda sürekli görüş açıklamışlar, yardım topluyıp ve adeta toplumlarına öncülük etmişlerdi.
Başka ne yaptı Türkiye'dekinden farklı olarak Batının 68 Kuşağı Devrimcileri?
68 Kuşağı batılı gençler, Vietkong ve Filistin bayrakları ile Avrupa ve ABD’nin büyük kentlerinde yürüyüşe geçtiler. Ülkelerinde askerlik yapmaya aktif olarak karşı çıktılar ve vicdani retçi oldular. Yasalara göre asker kaçağı sayıldılar ve aralarında bu uğurda hapse girmeyi göze alanlar bile çıktı.


BİZ 78'LİLER BATILI 68'LİLERE YETİŞEMEDİK
Böylece batılı gençlik bir yandan kendi toplumlarındaki tabuları sarsma yoluna giderken, diğer yandan da nasıl bir gelecek istediklerini açık yüreklilikle ortaya koymuşlardı.
Sanırım biz ikinci ve üçüncü kuşak Kıbrıslı solcuların etkilendiği Türkiye'nin 68 ve 78’lileri, dönemdaşlarımız batılı gençliğe göre daha muhafazakar kaldık. Elbette düzeni değiştirmek, yeni bir yaşam kurmak, bunun için de yeni bir dünyanın yaratılması uğruna mücadele ettik etmesine de...
Ne yazık ki batılı gençler kadar, hem entelektüel hem pratik, hem kavgacı hem pasifist, hem enternasyonalist hem de diğer örgütlerle, birbirimizle barışık yaşayamadık.
Gazete, televizyon ve diğer iletişim araçlarını kendi lehimize onlar kadar etkin kullanamadık.
Toplumsal tabularımızla, onlar kadar açık yüreklilikle ne hesaplaşabildik ne de toplumda içselleşmiş muhafazakar yaşam kalıplarına karşı koyabildik..
Derslerimizi astığımız, okulumuzu yarım bıraktığımız, hapse girdiğimiz, işkence gördüğümüz, işkencelerde, resmi, sivil silahlı saldırılarda, idam sehpalarında birçok yoldaşımızı yitirdiğimiz, eşit, adil ve özgür bir toplum için, gerçekleşmesi için uğrunda mücadele ettiğimiz Sosyalizm için elbette en az batılı gençlik kadar fedakarca mücadele ettik.
Ama talep ettiğimiz özgürlükleri, yaşama dair değişiklikleri ne yazık ki kendi gündelik yaşamımızda bile benimsemekte mütereddittik...
Bu arada günlük basını “faşist” ve gerici” diye niteleyip zaten bize soğuk ve daima uzak duran bu kesime karşı burun kıvırmakla, bu sektörü hiç olmazsa eylemlerimizi duyuracak şekilde olsun kullanabilmek için bir nebze olsun bu konuda kafa yormayı ne denemiş ne de pek istekli davranmış değildik.
Sonuçta Türkiye insanının sosyal mayasını (İslamiyet, milliyetçilik ve muhafazakar yaşam tarzları…) küçük de olsa radikal çıkışlarla etkileyecek, toplumda kalıcı sesler getirecek, etkiler yaratacak kendi Devrimci ve özgür yaşam tarzlarımızı bir türlü inşa edemedik.
böylece 78 olarak Türkiye toplumuna önderlik etme fırsatını da kaçırmış mı olduk?..
Toplumu değiştirmek istiyorduk. Ancak ne kendi yaşamlarımızı değiştirmeye ne hazırdık, ne de kendi içimizdeki otoriter merkeziyetçi siyasi hareketlerimizi sorgulamak konusunda istekli...
Galiba bizde de, siyasi hareketlerimizde de sorun vardı.
Gerçi içerisinde yaşadığımız toplumda, kapitalist ekonomik ve sosyal ilişkilerin ve de yaşam tarzının yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildi. Ticari, ahlaki, hukuki, kültürel ve siyasi değerleri kapitalist mentaliteye göre şekillenmiş bir toplum yoktu.
Galiba bütün bu nedenlerden dolayı da, ne batılı gençler kadar toplumun muhafazakar yaşam biçimlerine ve tabularına karşı cephe almaya ve ne de kendi içimizde toplumun muhafazakar kabuğunu kırmaya hazırdık.
Yani yukarıdaki cümleyi şöyle okumak da mümkün.
Aslında kendimiz de yeterince içselleştirmiş olmadığımız için, ne kendi yaşamımızda derinliğine bir Devrim yapmaya girişebilmiş, ne de toplumun gündelik hayattaki tutucu yaşantısına karşı alternatif yaşam biçimleri önermeye pek hazır ve istekli değildik.


DEVRİM TAHAYYÜLÜMÜZDÜ AMA...
78 Kuşağından yoldaşımız Hüner, bir zamanlar ODTÜ'de aynı siyasi hareket içerisinde yer almış kuşağın şimdi görüş alışverişi yapmakta olduğu yakıngözlüğü sitesinde, Nezih’in 78 ile ilgili değerlendirmesinin arkasından, çocukluk ve gençlik yıllarıyla ilgili olarak yazdıkları, aynı zamanda 2000'li yılların başındaki solun siyasi hal-i pür melaline bir nevi gönderme ve şikayet gibi. Hüner söz konusu yazısının bir paragrafında şöyle yazmış:
“TIR şoförü değil ama, ben de şehirlerarası otobüs şoförü olmak hayali kurardım ve bunu yıllar sonra başka arkadaşlarımla paylaştığımda, kız-erkek fark etmeksizin çoğunun çocukken aynı istekte olduğunu fark etmek tuhaf bir duyguydu. Popüler bir yanı olmamasına rağmen kimilerimizin aynı yıllarda aklına düşen bu tercihin anlamı, dediğin gibi, başka yerlere ulaşma ihtiyacı olmalı. Babamsa ilk duyduğunda, benim kızım otobüs şoförü olur mu bilmem ama devrimci olacağı kesin demişti. O zaman ortalıkta ne devrimcilik vardı, ne de devrimcilerin anladığı devrim anlayışı, babamın devrim kavramından, çoluk çocuk hepimizin, tabuları yıkmayı anladığımız günlerdi. O günlerde, çok değil birkaç yıl sonra,78’lerde tabulaştırılmış bir durumun parçası olacağımı ve sonra yıllarca, önce bunu yıkabilmekle uğraşacağım trajedisini aklıma getirmem mümkün değildi.” (2)
Hüner bunları yazdığında aradan 30 yıl geçmişti. Yani yıl 2008’di.
78 Kuşağı olarak en çok inandığımız ve o yıllarda uğruna öleceğimiz tek Leyla’ydı Devrim…
Ama içi doldurulmamış, daha doğrusu nasıl ulaşacağımızı çok da kestiremediğimiz güzel günlerin tahayyülü ile dolu zor bir dönemeçti bizim için Devrim…
Bu nedenle "Devrim" diye diye reel politik gerçekten çok, hayallerimizde içselleştirdiğimiz Devrimle daha çok mu ilgilendik?
Galiba daha çok bir tahayyül, daha az bir gerçeklik oldu Devrim bizim için.
Çünkü Devrim daha çok tahayyülümüzdü, gerçek ise farklı...
………………………………………….

ERKEKLER PATRON, KIZLAR KİTLE
Son olarak 78 Kuşağından bir yazarın, 78 Kuşağını konu alan romanında, o yılların kadın-erkek ilişkisine dair toplumdaki genel düşünceyi şöyle özetlemiş olduğunu görüyoruz…
“Aşk meşk ilişkileri şimdiki gibi değildi. Kız arkadaşlarımızı yoldaş olarak görüyorduk. Erkek gibiydiler yanımızda. Mücadele arkadaşlarımızdılar. Evet çoğumuz kırsal kesimden gelmiştik. Ama sol teori bizi kısa zamanda adam etmişti. Kadın erkek eşitliğini teorik olarak içselleştirmiştik. Zordu bu aslında Salih. Düşünsene bir yığın feodal kalıpla geliyorsun kente ve bir sol hareketin içinde buluyorsun kendini. Daha burjuva ilişkileri yaşamadan bir ileri aşamaya geçmeye kalkıyorsun. Ve bunu da başarıyorsun yaralı bereli bir şekilde de olsa. Diğer sol siyasi hareketlerin kızlarıyla ilişki kurmamız olanaksıza yakındı. Kalıyordu geriye, kitle diye küçümsediğimiz kızlar. Zaman yok. Ayrıca onların patronu, öğretmenleri gibi görüyorduk kendimizi. Hızlıydık, gözümüzü budaktan sakınmıyorduk. O kızlar hem korkuyordu bizlerden, hem de gizli bir hayranlık duyuyorlardı bize karşı. Yanımızdaki yoldaş bacılara çok iyi sahip çıkıyorduk. Onlarla eşitlik temelinde ilişkimiz oluyordu. Bu da çekiyordu kızları. Yakınlaşmak istiyorlardı bize elbette, ama korkuları geride tutuyordu onları…” (3)


78 KUŞAĞI KIBRISLI İGD’LİLERİN SİYASİ MANTIK EVLİLİKLERİ
Gerek Ankara, gerek İzmir, gerekse İstanbul’da Kıbrıslı öğrenciler arasındaki ilişkiler aynı siyasi hareket içerisinde yer alanlar arasında çok sıcak, çok arkadaşça ve yoldaşçaydı.
Aynı siyasi harekete mensup kızlı-erkekli düzenli olarak öğrenciler dernekte veya muhalefet olanlar devrimcilerin hakim olduğu bir üniversite salonunda bir araya gelip toplantılar düzenler, bu toplantılarda Marxist siyasi ve felsefi seminer ve eğitim çalışmaları yapılır, birlikte mitinglere gidilir, bazen de birlikte gezilip eğlenilirdi.
78 Kuşağı yıllarında Ankara ve İstanbul’da Kıbrıslıların ayrı olarak kız ve erkek yurtları vardı. Dolayısıyla Kıbrıslı öğrencilerin bu yurtlarda her gün birlikte olma, bir araya gelme imkanları vardı.
Özellikle Türkiye’nin bu en büyük bu iki kentinde (ki en çok Kıbrıslı öğrenci de bu iki kentte bulunuyordu) Kıbrıslılar derneğinde yönetimde olan grup, Türkiye’de İGD sempatizanı olarak da anılan CTP-KÖGEF tayfasıydı. İlginçtir nedense en çok da bu grubun kızları ile erkeleri arasındaki arkadaşlık ve yoldaşlık ilişkileri bir süre sonra hayat boyu kalıcı beraberliklere dönüşmüştü.
Diyebiliriz ki İGD sempatizanı Kıbrıslı öğrenciler daha çok kendi aralarında önce arkadaş, sonra siyasi yoldaş ve en sonunda da sözlenip nişanlı olmuşlar ve bu birlikteliklerini Kıbrıs’ta evliliğe dönüştürmüşlerdi.
Genel bir tanımlama ile “siyasi-mantık evliliği” de denebilir miydi buna?
Sanırım bu mealde bir evlilik oldu 78 Kuşağı KÖGEF’liler arasında.
Türkiye’de okul dönemi sona erip de Kıbrıs’a dönen bu gruptan gençler, geçmişin bu “siyasi mantık evlilikleri”nin yarattığı siyasi ve feodal arkadaşlık dürtüsü altında, CTP içerisinde daha kolay kök salıp, daha hızlı organize olabildiler.
Yazmış olduğum gibi 78 Kuşağı döneminde bu tür evlilikler en çok KÖGEF yani CTP’li olan öğrenciler arasında gerçekleşti. Diğer sol görüşlü öğrenciler arasında bu tür siyasi yönü ağır basan hayat arkadaşlıkları ise nadir oldu.
Böylece 1980’yılından başlayarak, CTP üst düzey kadroları KÖGEF’lilerden oluşmaya başladı. Ve kısa sürede bu kuşak CTP’nin yönetim kadrosuna hakim olmakta gecikmedi. Böylece 78 Kuşağı yıllarında İzmir, Ankara ve İstanbul’daki derneklerde tanışarak sözlenen, nişanlanan gençler, Kıbrıs’ta evlenerek, hem kendi aralarında, hem de kendileri gibi evli arkadaşlarıyla siyasi bir güç odağı olmayı başardılar.
Yüksek öğrenimde ilk bir yılımı geçirdiği İzmir’de Kıbrıslı öğrenci derneğinde yönetimdeki Kıbrıslı İGD sempatizanlara karşı, muhalif olan Halkın Kurtuluşu taraftarı “Devrimci Muhalefet” grubundan Kıbrıslılar, Türkiye’de oldukları sürece enerjilerini Türkiye devrimi için daha çok mu harcıyorlardı da kızlarla yoldaşlığın ötesinde arkadaşlık kuramamışlardı?
Aslında daha çok Türkiye siyasi hareketleri içerisinde mücadele ediyorduk ve örgüt içerisindeki kızlara da mücadele içerisinde yoldaşça ilişki dışında duygusal bir bağ kurmaktan o yıllardaki ortam nedeniyle elimizden geldiğince kaçınıyorduk.
İGD sempatizanı Kıbrıslı öğrenciler ise, siyasi çalışmalarını ve enerjilerini daha çok dernek ve Kıbrıs çerçevesinde yoğunlaştırdıkları için, daha çok bir arada oldukları için Kıbrıslı kız öğrencilere daha yakın olmaları doğaldı.
Ben oradayken 1975 yılı sonbaharında İzmir Kıbrıslı öğrenci derneğinde yapılan seçimde sanırım tek bir kız öğrenci dışında hiçbir kızdan oy alamamıştık.
O günkü seçimi kazanan ve sonradan KÖGEF’i oluşturacak bu öğrenciler kendilerine oy veren Kıbrıslı kızların bir bölümüyle zaten ya sözlü, ya nişanlıydılar ve sonunda da evlendiler. < Çoğu da çoluk çocuğa karışmış ve hala evliler…


78 KUŞAĞI KIBRISLILAR ARASINDA “DEVRİMCİ GRUP” ve DİĞER “DEVRİMCİ MUHALEFET” KIZ-ERKEK İLİŞKİLERİ
Öte yandan KÖGEF dışında yer alan Kıbrıslı öğrencilerin dernek içerisinde muhalefete düşmeleri, örneğin KÖGEF’çiler gibi homojen siyasi bir birlik oluşturmayan Ankara’daki “Devrimci Grup” (Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Kurtuluş ve Troçkistler) hareketinin içe dönük kalıcı bir örgütlenme oluşturmasını engellemişti. “Devrimci Grup” Ankara’da KÖGEF’çiler kadar kalabalık sayıda taraftara sahipti ve hatta KÖGEF grubuna karşı “ODTÜ Kıbrıslılar Komitesi” seçimlerini açık farkla kazanarak bu okuldaki komitenin yönetimini ele geçirmişti. Buna karşılık, “Devrimci Grup” üyelerinin bir kısmının Türkiye 78 Kuşağı siyasi hareketleri pratiği içerisinde aktif olarak yer almaları ve böylece daha “erkek egemen” bir sosyal ilişki ağı içerisinde bulunmaları, belirtildiği üzere heterojen bir siyasi birlik oluşturmaları, kalıcı bir siyasi birliktelik oluşturmalarını engelleyecekti. Dolayısıyla Ankara’daki bu grup ve aynı şekilde İzmir’deki Halkın Kurtuluşu ve Dev-Yol ile İstanbul’daki Dev-Yol, Halkın Yolu ve Dev-Sol gibi 78 Kuşağı Kıbrıslı devrimci muhalif gruplar içerisinde bu tür “siyasi-mantık evlilikleri” KÖGEF’cilere göre devede kulak kadar gerçekleşti...
.........................................................


78 KUŞAĞI KÖGEF KANADI KUZEY KIBRIS’TA SİYASİ YÖNETİME GELDİ
Yukarıda anlatmış olduğum Türkiye 78 Kuşağından bağımsız olarak Kıbrıslı öğrencilere has bu siyasi yapılanmalar ve yol açtığı sosyal ilişkiler hiç de hafife alınacak, önemsiz sayılacak bir konu olmadığı için, o dönemi anlatırken bu konunun üzerinden atlayıp geçmek istemedim.
Nitekim o dönemde bu tür “siyasi-mantık evliliği” evlilik yapan kişilerin CTP’nin şimdiki kadrolarının şekillenmesinde hiç de hafifsenmeyecek günümüze kadar gelen etkileri olmuştur.
KÖGEF grubunda iken daha çok Ankara ve İstanbul’daki Kıbrıslıların erkek ve kız yurtlarında ve dernek yönetimlerinde tanışıp evlenmiş olan dönemin öğrencileri, CTP’nin 30 yıl sonraki yönetim kadrolarını oluşturdular. Bunlar arasından CTP milletvekili seçilenler, belediye başkanı, CTP’nin yer aldığı hükümetlerde bakan olanlar vardır.
Ve hükümet ettikleri yıllarda en çok da KÖGEF geleneğiyle birbirlerine adeta “eski feodal günlerinin hatırına” bir şekilde siyasi destek olmaya devam etmişlerdi.
Milletvekili seçilenlerin arasından CTP’nin hükümet ortağı olduğu dönemde KÖGEF’çilerin bakan olmalarının yanı sıra, bakan olan KÖGEF’çilerin müsteşarlarını da kendileri gibi bu 78 Kuşağından veya onlara yakın çevrelerden seçtikleri bilinmeyen bir gerçek değildir.
78 Kuşağı yıllarında Türkiye’deki Kıbrıslılar yüksek öğrenim derneklerinde tanışıp evlenenler arasında, KKTC’nin Cumhurbaşkanı ve iki Başbakanı olmak üzere bir çok bakanların, milletvekillerin, müsteşarların, daire müdürlerinin ve devletin diğer yönetim kadrolarına yerleştirilenlerin isimleri anımsandığında bunlar arasında KÖGEF’çilerin ne kadar yoğun bir şekilde yer aldıklarını görmek mümkün.
Bu son durumun ise rastlantsal bir durum olmaktan öte vakt-i zamanın şartlarından kaynaklanan “siyasi-mantık evlilikleri” olarak adlandırılabilecek bu birlikteliklerin, yani bir zamanlar Türkiye’de ismi KÖGEF olan federasyonda toplanmış öğrencilerin birçoğunun aralarında yaptıkları evliliklerinin, ileride kendilerine CTP içerisinde bir avantajlı durum yaratmasına yol açtığı bir durum.
Ancak 2002 yılından itibaren Kıbrıs’ın Kuzeyinde sokağa dökülen kitleleri toparlamaya ve yönlendirmeye çalışan “Bu Memleket Bizim Platformu” pratiğini, 2004 ve 2005 yıllarındaki seçimlerinde CTP’ye oy olarak akmasında KÖGEF’çilerin önemli payı olmuştu. Ancak “zafer”le çıktıkları seçimden sonra CTP’ni ve bu parti nezdinde Kıbrıs Türk Solunu da batağa saplayıp ilk seçimde büyük oy kaybına uğrayan, sadece hükümetten değil, arkasına aldığı Türkiye ve Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetlerinin, AKPARTİ ve AKEL’in muazzam desteğine rağmen Cumhurbaşkanlığından da olan yine bu KÖGEF geleneği olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Biz dönelim konumuza.
Geçmişte yapılan bu evlilikler sayesindedir ki, KÖGEF’çi gelenek CTP’ni, daha kolay organize olarak “zapt-u rap” altına almasında önemli bir etken olmaya hala devam etmektedir.
..............................................................

(1)Sokak Güzeldir, Nadire Mater, Metis Yay, sf116.
(2)Hüner Buğdaycıoğlu, e-posta-yakıngözlüğü sitesindeki yazısından, 13.08.2008,
(3)Halim Bahadır, Tuzağa Düşen Masumiyet, Say Yay. sf. 119.

III. 78 KUŞAĞI SOL BİRBİRİNE KARŞI DA ŞİDDET KULLANDI:



Büyük bir heyecanla gitmiştik Türkiye’ye. Önce Ankara'da diplomalarımızı tasdik edip, sonra dağıldık her birimiz bir kentine. Ertan Adana'ya gitmişti. Ancak altı'mız dönemedik gittiğimiz kentlerinden. Mustafa Ertan bu altı kişiden birisi oldu. Ortaokul sıralarında tanışmıştık onunla. Dürüst, içten ve sevgi doluydu. 78 Kuşağının iki sol örgütü arasında çıkan kavga esnasında patlayan bir silahtan çıkan mermi ile vuruldu.














Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. . Ancak bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. Kardeşçe yaşamayı…
M.I KING
TAHAMMÜLSÜZ BİR KUŞAKTIK
78 Kuşağı yıllarında Türkiye Devrimini yapma iddiasıyla yola çıkan ve kendilerini Marksist-Leninist, Sosyalist veya Komünist olarak tanımlayan yaklaşık YİRMİDOKUZ siyasi hareket, örgüt ve partinin, o yıllarda bölünmekle kalmayıp çatışmalarını kavgaya dönüştürüp birbirlerine karşı şiddete başvurmaları dönemin acı gerçeklerinden birisiydi.
78 Kuşağına bir şekilde dahil olmuş herhangi bir kişinin, dönemin sol grupları arasındaki kavgalarla ilgili bir anısının bulunmaması olası değildir.
78’in siyasi hareketleri elbette “bölünerek çoğalmak” gibi önceden planlanmış bir politikaya sahip değillerdi. Ama bölünmek ve çatışmak o yıllarda o kadar kanıksanmış bir olaydı ki, önceden planlanan eylem ve mitinglerde siyasi hareketlerin “birlik” veya “ortak eylem” kararları önemli ve ses getiren bir sürpriz girişim olarak karşılanıyordu.
İçerisinden geldiğim 78 Kuşağına bugünden geriye dönüp de bakınca, o döneme ilişkin görebildiğim en belirgin eksikliklerden birisinin örgüt içi demokrasi noksanlığı olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle 78'in siyasi hareketlerine duhul etmiş “bölünerek çoğalma” kültüründe, örgüt içi demokrasi noksanlığının önemli bir etkisi olabileceğini düşünüyorum. Bilindiği gibi illegalite koşullarında siyasi hareketler içerisinde demokratik seçim yapılmasının örgütsel yapıyı deşifre etme olasılığına karşılık, örgütlerin üst kadroları ile merkez yönetimlerinin seçimle görevlendirilmesi söz konusu değildi. Lider kadrolar bir kez örgüt içerisinde bir şekilde ve daha çok pratik içerisinde mücadelede öne çıkarak o mevkiye gelmişlerdi. Dolayısıyla bu durum gündelik eylem ve söylemlere öncülük eden 78 Kuşağı siyasi hareketi yöneticilerinin, zaman zaman da olsa benmerkezci ve sekter tutumlar takınmalarına yol açabiliyordu.
Elbette lider kadroların diğer siyasetlerin lider kadrolarıyla olan ilişkilerinde bu olay daha da belirgindi. Çünkü 78 Kuşağı siyasi hareketleri arasındaki ilişiklere taraftarlar değil, bölgesel veya merkez kadrolar karar veriyor ona göre hareket ediliyordu. Gerçi başka türlü olması da mümkün değildi. Ancak örgüt içi demokratik bir seçim kültürünün olmayışı da özellikle 78 Kuşağı sürecine damgasını vuran siyasi hareketlerin merkezi kadrolarını da tabandan biraz uzak kılıyordu.
Bunun yanı sıra, diğer siyasi hareketlerin söylemlerine olan tahammül yoksunluğu da önemli bir unsurdu. Tahammülsüzlük, siyasi hareketler arasındaki bir tartışmanın aniden şiddete dayalı bir kavgaya dönüşmesinin nedeni olabiliyordu.
Böylece yönetim kadrolarını taraftarlarının seçmediği, daha alt kadrolarının da üstteki seçilmemişler tarafından atandığı, yani demokratik yoldan oluşmayan bir örgüt yapısı ortaya çıkıyordu.
Gizlilik koşulları, siyasi ve yönetsel tartışmaların da bir bakıma yeterince geniş bir yelpazede yapılmasıyla ilgili sıkıntılara yol açıyordu. Bu sıkıntının elbette siyasi hareketler arasında demokratik bir tartışma ortamını olumsuz etkilemeyeceği düşünülemezdi. Üzerinde tabanın baskısını hissetmeyen, tabanı daima merkez’e yani tavana “itaat” halinde taraftarlar olarak duyumsayan liderler ve kadrolar, tahammülsüz anlarında, çoğu genç ve heyecanlı birçok kişinin bir çatışma atmosferine sürüklenmesine neden olacak nispeten “kolay kararlar” alabiliyorlardı.
Bu ise siyasi hareketin tümüne şamil bir “demokratik tartışma kültürü noksanlığı”na yol açıyordu.
Örgüt içi demokrasinin, ben merkezciliğin, sekterliğin, tahammülsüzlüğün ve demokratik tartışma kültürü noksanlığının yanı sıra “bilinçli provokasyonlar”ın da zaman zaman şiddete yol açtığı söylenebilir miydi?
Belki de…
Örneğin 78 Kuşağı Kıbrıslı öğrencilerden birisi vurulduğunda Kurtuluş siyasi hareketi bunu Devrimci Yol içerisinde bir provokatör’ün yapmış olduğunu öne sürmüş ve dağıtmış olduğu bildiride bunu açıkça yazmıştı.
Ancak siyasi hareketler arasındaki tartışmaların ve çatışmaların şiddete dönüşmesinde, esas olarak biz 78’lilerin büyük sorumlulukları bulunduğunu yazmamın, “iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmak” anlamında abartılı olmayacağı kanaatindeyim.
DEV-YOL-HK KAVGALARI
Biz hem Devrim’i çok sevmiştik ve hem de o Devrim’i gerçekleştireceğine inandığımız örgütümüzü. Böylece ikisini özdeşleştirmiş, hareketimizin Devrim’de önder rolü oynayacağına inanmıştık. Bunun için de galiba taraftarı olduğumuz örgütümüzü samimi olarak korumak ve kollamak arzusu ile daha çok ona biat eden bir disiplin içerisinde davranmanın doğru olacağını düşünüyorduk.
Belki bu konuda daha aydınlatıcı olması bakımından, kimi çatışmaların bizzat içerisinde yer aldığım, kimi kavgaları da içerisinde yer alan arkadaşlarımdan dinlemiş olduğum ODTÜ’deki Devrimci Yol ile Halkın Kurtuluşu arasındaki şiddet olaylarından bahsetmek istiyorum.
İlk şahit olduğum kavgalardan birisi sanırım 1977 yılının kış ayında gerçekleşmişti. Dev-Yol ile HK arasında çıkan bu kavgadan dolayı birçok Halkın Kurtuluşu taraftarı şehirde kalmış, ODTÜ yurtlarına gel(e)memişti.
1975-76 yılını Ege Üniversitesi’nde geçirdiğim için benim de ODTÜ’deki ilk yılım hatta ilk ayımdı. Ankara’daki Kıbrıslı öğrencilerin, İGD yanlısı gruba karşı yeni kurmuş olduğu (Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Kurtuluş ve Troçkistler) siyasi birlik (adı Kıbrıslılar Devrimci Grup idi) ile ilgili bir toplantımız vardı.
Bu nedenle şehirde çıkan bu kavgadan diğer Kıbrıslılar gibi benim de haberim olmamıştı.
Gece olunca Dev-Yol’cu öğrencileri yurtlarda tüm köşe başlarını tutmuş, parkalarının altında demir çubuklar, şehirden otobüsle yurtlara gelecek HK’lıları bekler vaziyette bulmuştum. Geriye toplantı yaptığımız 6.yurda doğru koştuğumu hatırlıyorum.
Uzatmayayım. O gece beni altıncı yurttaki Kıbrıslıların odasının kapısında çeviren sayıları on-onbeş civarında sopalı Dev-Yol’cudan, dayak yemekten son anda araya giren Kıbrıslı Dev-Yol’cular kurtarmıştı.
Beni dövmeye gelenler arasında ise mezun oluncaya kadar İdari İlimler Fakültesi futbol takımında birlikte oynadığım takım arkadaşım da vardı.
Hatırladığım ikinci Dev-Yol-HK kavgası ise 27 Aralık 1978 günü gerçekleşmişti. ODTÜ kafeteryasında bildiri dağıtırken Dev-Yol taraftarlarının saldırısına uğramıştık. Dev-Yol, öğrencilerin oylarıyla seçilen ÖTK (Öğrenci Temsilcileri Konseyi) yönetiminde olduğunu ve kendisinden önceden izin alınması gerektiğini öne sürerek bildiri dağıtmamıza karşı çıkmıştı. Biz ise bildirinin içeriğinin önemli olduğunu ve devrimci, demokrat içeriğe sahip her bildirinin dağıtılabileceğini, her afişin asılabileceğini, bunun için izin almak zorunda olunmadığını belirtmiştik.
Biz kavganın çıkacağını bile bile, Dev Yol da buna hazırlıklı olarak bizi şiddet uygulayarak cezalandırmak üzere kafeterya önüne toplanmıştık.
Sonuçta sopa ve demir çubuklarla saldıran Dev-Yol ile aslında böyle bir saldırıya onlar kadar olmasa da hazırlıklı olan HK’lılar arasında, binlerce öğrencinin gözü önünde kafeterya girişinde şiddetli bir kavga patlak vermişti.
Kafeteryanın hem birinci, hem de ikinci katında çıkan bu kavgada, sanırım o gün camlar kırılmış, sopaların, demir çubukların yanı sıra kafeteryanın tabakları ve bardakları da havada uçuşmuştu. On beş yirmi dakika içerisinde ortalık yere savrulmuş kitap, defter, bildiri, cam kırıkları ve yer yer kan lekelerinin bulunduğu bir savaş alanına dönüşmüştü.
O kavgadan bugün hala bir çizgi olarak taşıdığım kafama atılan dikiş izleri kaldığını unutmadan yazmış olayım. Nasıl unutabilirim ki o anı. Demir çubuk kafama inip de havaya kalktığında, bir an için kanımın da demir çubukla birlikte yukarıya doğru fışkırdığını görmüştüm.
O gün aralarında Devrimci Yol’dan öğrencilerin de bulunduğu çoğu HK’lı 10-15 kişi önce okulun revirine, oradan da kafamıza dikiş atılmak üzere Hacettepe hastanesine kaldırılmıştık. İnşaat bölümünden Seyfi isimli arkadaşımızın durumu ise çok ağırdı. Çünkü başına aldığı demir çubuk darbesiyle kafatası kemiği çatlamış, beyin kanaması geçirmişti. Seyfi o gün hemen ameliyata alındı. Aylarca hastanede yatmak zorunda kaldığı için de bir dönem okuldan izin almak zorunda kaldı. Yıllar sonra haberini aldığımda, bu olaydan dolayı kafasında oluşan hasarın onda epilepsi nöbetlerine yol açtığını öğrendim.
ODTÜ’deki Devrimci Yol ile Halkın Kurtuluşu arasında kavgalar 12 Eylül öncesine kadar sürdü. Mamak Cezaevinde tutuklu bulunduğum için olaya dahil olmuş arkadaşlarımdan işittiğim en son kavga ise 14 Mart 1980 tarihinde gerçekleşmişti. O gün hazırlık okuluna yapmış olduğu pullamaları korumak isteyen HK taraftarları ile ÖTK Kararlarını (ÖTK bir süreliğine bölümlerin içerisine afiş, pul, bildiri vb. asılmaması kararı almıştı) çiğnediği gerekçesiyle Dev-Yol’cuların bunları sökmek istemesi sonunda bir kez daha kavga çıkmıştı.
Yıllar sonra bu olayı kendisinden dinlediğim ve “Dev-Yol'cular yapıştırdığımız pullamaları söküyor Hazırlık Bölümünde toplanalım” çağrısına uyup gelen ve orada çıkan kavgada Jandarma tarafından alıp götürülen Süheyla'dan, sırf bu yüzden hapis yatıp imtihanları kaçırarak dolayısıyla bir yıl geç mezun olduğunu dinledim.
Sanırım bu olayın devamında, Dev-Yol'cuların kuşatması altında ODTÜ yurtlarındaki bir odada mahsur kalan HK taraftarları ile ilgili bir başka şiddet olayı daha yaşanmıştı.
Odada mahsur kalan HK’lı arkadaşlarını kurtarmak için şehirden gelen bir grup HK’lı ile oradaki Dev-Yol'cular arasında çıkan çatışmada bir kişi silahla yaralanırken bir Dev-Yol’cu da pencereden atlayıp ayağını kırmıştı.
SOL ARASINDA KAVGALAR KANIKSANMIŞ BİR OLAYDI
Bu arada Dev Yol-İGD, Dev-Yol-Kurtuluş, HK-İGD, PDA-İGD taraftarları arasındaki birçok kavgaya da şahit olduğumu hatırlıyorum.
Bugün İngiltere’de öğretim görevlisi olan, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri konusunda bildiğim kadarıyla üç kitap yazmış Mehmet Uğur’un, aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen ikinci yurt önünde Dev-Yol’dan kalabalık bir grubun ortasında çok feci şekilde darp edilmesi sahnesinin ürkünçlüğü hala gözümün önünde.
Anılarımı yazdığım bölümde aktardığım 78 Kuşağı Kıbrıslılardan iki öğrenci Mustafa Ertan ile Ercan Turgut ise, ne yazık ki birisi Dev Yol ile Kurtuluş diğeri de PDA ile İGD arasında çıkan çatışmalarda hayatlarını kaybettiler.
Öte yandan “Londracılarla ile Moskovacılar” diye de anılan İGD içerisindeki bölünme ODTÜ’ye de yansımıştı. Daha birkaç hafta öncesine kadar “yoldaş” olan iki grubun gençleri, İdari İlimler ile Mimari bölümleri arasındaki alanda birbirlerine karşı tekme-tokat-yumruk, demir çubuk, tahta sopa ve taşlarla girişmişlerdi. Rastgele oradan geçiyordum ve arada kalmaktan son anda kurtulmuştum. O gün birçok İGD'li öğrenci birbirlerinin kafalarını yarmış, el, kol ve yüzleri kan içerisinde kalmıştı.
……………………………………………..
Devrim’e zerre kadar katkısı olmadığı gibi, 78 Kuşağını mevcut rejim karşısında zayıflatıp zarar verdiği dönemin siyasi hareketleri tarafından da dile getirilen ve fakat bir türlü vazgeçilmeyen bu tür şiddet eylemlerine girişilmiş olunmasaydı, belki de 12 Eylül generallerinin bu kadar kolay darbe yapıp, koskoca bir kuşağı parçalaması belki de engellenmiş olurdu.
Neden 78 siyasi hareketleri amip gibi çoğalarak bölündükleri yetmiyormuş gibi bir de birbirlerine karşı şiddet uygulamaktan kendilerini kurtaramamışlardı?
AZ DEMOKRATİK ÇOK OTOKRATİK
Öte yandan 78 Kuşağı yıllarında örgüt yönetimlerine karşı, bireysel olduğu kadar toplu eleştiriler de soğuk ve şüpheyle karşılandı. Buna neden olarak da çoğu zaman ya örgütün çelik disiplininin zarar göreceği, ya da eleştiri sahiplerinin “karşı devrimci”liği gerekçe gösterildi.
“Demokratik seçimlerin “şartları yoktur” gerekçesiyle örgüt içinde merkeziyetçi yanın işletilip, demokratik seçimler dahil birçok konunun Devrim sonrasına ertelendiği otokratik bir yönetim içselleştirildi. Nitekim bölünmeler yaşanırken ya merkezden gelen siyasi kararları aynen uygulayarak veyahut da muhalefetin yanında yer alarak, bireysel eleştiri hakkımızı kullanmaya teşebbüs dahi etmeden, yıllardır birlikte mücadele etmiş olduğumuz arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın bir kısmını silebilecek kadar sekterleşip körleşebildik.
Yazdığım gibi örgüt içinde kanıksadığımız ortam, merkez yönetim ve çevresindeki kadrolar arasındaki bölünmelerde kendi örgütümüze karşı bireysel itirazlarda bulunmaya olanak vermediği için, olası bireysel çıkışlar ya ciddiye alınmıyor ya da bireyin “mücadeleden vazgeçme gerekçesi” diye söz konusu kişinin dışlanıp aşağılanmasına yol açıyordu. Dolayısıyla bu durumda kimse bireysel itirazda bulunmaya pek hevesli değildi ve zaten bu gibi durumlar pek de yaşanmadı.
Örneğin bu konuda 78’li arkadaşlarımızdan Serpil’in Yakıngözlüğü sitesindeki 2 Ocak 2010 tarihli bir yazısında, “Birey olmak toplumsal örgütlenmenin önünde engel değildir. Birey olmadan oluşan topluluklar cemaatlerden başka bir şey yaratamıyorlar. Bunlara en güzel örnek, geçmişin sol fraksiyonlarıydı herhalde” (1) şeklinde yazacaktı. O yıllarda “demokratik olmayı” bireysel düzeyde içselleştiremeyişimiz, “topluluk psikolojisi” ile hareket etmemizi kolaylaştırıyor, böylece de ne kendimizin, ne de karşımızdakinin sekterliklerini, yanlışlarını, savrulmalarını anlamamıza engel oluyordu belki de.
Onca zamandır birlikte olduğumuz çok şeyi paylaştığımız arkadaşlarımıza karşı ve tabii "onlar" da bize karşı, siyasi ayrışmalarda durduğumuz tarafa bağlı olarak sekter davranma hakkını birbirimizde görüyor, ancak bireysel olarak bunu sorgulama hakkımızı da “gönüllü” olarak kullan(a)mıyor ya da bu tür çıkışlardan kaçınıyorduk.
Böylece siyasi hareketlerin kendi içlerinde demokratik mekanizmayı işlet(e)meyişlerinin bir sonucu olarak, merkez, hareketin taraftarları üzerinde mutlak bir hakimiyet kazanılmış oluyor ve bu örgüt içi olduğu kadar, örgütün çalışma tarzında da “anti-demokratik” veya “totaliter” yapısını güçlendiren "otokratik" bir yönetime yol açmış oluyordu.
Sonuçta 78'in siyasal atmosferine egemen “küçük komün sıcaklığının mutluluk ve güven
duygusu”, gizliliğin örgütlenmede temel unsur olması, buna bağlı illegal çalışma koşullarının benimsenmesi, siyasi hareketlerde “demokratik merkeziyetçiliğin” demokratik yanının budanıp, merkeziyetçiliğin öne çıkmasına, bu döngünün de taraftarlar arasında doğal ve sessiz bir kabulüne mi yol açıyordu?
Sanırım bizde öyle bir anlayış vardı ki, Devrim için gerekirse totaliter olmaya da katlanmak zorundaydık. Önemli olan totaliterliğin de, diktatörlüğün de (Proletarya Diktatörlüğü diyorduk) Devrime hizmet edecek veya Sosyalizmi erkene alacak olmasıydı.
78 SİYASİ HAREKETLERİ DEMOKRATİK KÜLTÜRDEN YOKSUN MUYDU?
Ama biz hiç, Devrim sonrasında, Sosyalizmde kurmayı tahayyül ettiğimiz ilişkileri, yaşam tarzlarını, bugünden yaşamayı bir türlü akıl edemiyorduk.
Belki siyasi hareketler kendi içlerinde merkeziyetçilik kadar, demokratik mekanizmayı işletebilecek çareleri de üretebilmiş olsaydılar, belki biz taraftarlar da bu konuda merkezi yönetimi, demokratik mekanizmalar ve kanallar üretmesi için zorlamış olsaydık, merkeze karşı daha özgür düşünceli davranabilseydik eğer…
Ancak 78 Kuşağının siyasi aklında Devrim’i bir tek siyasi hareketin yapacağı yer etmişti. Aslında her siyasi örgüt yönetiminde Devrim'e önderliğin kendilerince yapılacağı yönünde bir inanç vardı. Bunun için de o yıllarda Devrim’e talip yirmi beş siyasi hareketin yönetiminin; “dediğim dedik çaldığım düdük” bir taraftar kitlesi yaratması beklenmeyen bir gelişme değildi. İllegalite şartlarında örgüt içi demokratik yan “izin’de”, merkeziyetçilik ise “tam mesai’de” olduğundan, alttan yukarıya itaat biçiminde gelişen bir bağlılık ve bu yönde bir “dayanışma” dönemin siyasi hareketleri içerisinde öne çıkmıştı.
Bu arada siyasi hareketlerin yaşı oldukça genç tabanlarının “güç” olayına önem vermesi dolayısıyla, siyasi tartışmalar bir anda kavgalara yol açabiliyordu.
Bir de kalabalık olanın, ya da yönetimde sayıca daha üstün olanın mutlak olarak diğerlerine üstünlüğünü kabul ettirmesi, yönetimi paylaşmaya yanaşmaması, dahası kendi yönetim hakimiyetini karşısındakine ikna yoluyla değil de hort-zort ile dayatmaya çalışması, özetle demokratik kültür yoksunluğu da 78 Kuşağının önemli hastalıklarındandı ve kavgaları, şiddeti tetikleyen bir yanı vardı.
Dev-Yol kadrosunun önde gelen isimlerinden Taner Akçam’ın yıllar sonra ODTÜ anıları ile ilgili olarak yazdıkları şöyle:
“Yaptıklarımızı toz pembe göstermek istemiyorum. Örneğin bu süreç içinde THKO yeniden örgütlendi. Halkın Kurtuluşu oldu. Bu arkadaşlar, ‘yönetimde azınlığın da temsil edilmesini” savundular. Sonuçta biz de onlar da, aslında bu konularda ‘Leninist’ idik. ‘Demokratik Merkeziyetçi’ idik. Bu hareketin kendi karakteri ile bizlere egemen olan ideolojik tutum arasındaki bir çelişkiydi. Bu talebi o zaman kabul etseydik, belki hem bize hem de Halkın Kurtuluşuna egemen olan ‘demokratik kültür’ yokluğu nedeniyle iş bir yerde çatlardı ama inanıyorum, çok daha demokratik bir miras bırakılabilirdi.
Dikkat çekmek istediğim nokta, o dönemde, öğrenci gençliğin demokratik örgütlenmesi ile, Leninist örgüt anlayışımız arasındaki büyük uçurumun var olduğu idi. Bunu bir çelişki olarak yaşadık. Farklı görüşlere tahammül, tolerans, onlarla bir arada olmak sözlüğümüzde yoktu. Örneğin Halkın Kurtuluşu taraftarlarını ‘yaptıkları çirkeflikler’ nedeniyle, ‘merkezi olarak dövme’ kararı aldık. Belki gücümüz nedeniyle bu despot tutumumuz öğrenci gençliğin demokratik örgütlenmesine bir zarar vermedi. Diğer örgütler biraz daha güçlü olsalardı, belki diğer üniversitelerde yaşanan ‘örgüt içi çatışmalar’, ‘karşılıklı ev basmalar’, bizde de yaşanırdı. Allahtan bunların hiçbirisi olmadı.” (2)
Sanırım Taner Akçam’ın son cümlelerini öyle yazmasına neden, ODTÜ’de yokluğu döneminde çıkan Dev-Yol ile HK arasındaki kavgaları ya atlamış olması ya da bu çatışmalardan haberi olmayışıydı…
………………………………………..
Öte yandan örgüt içi yönetimini demokratik seçimle oluşturma geleneği olmayan 78 Kuşağı siyasi hareketlerinin merkezdeki kadrolarından, örgüt içerisindeki olası farklı siyasi düşüncelere pek tahammül göstermemeleri elbette anlaşılır bir şeydi.
Leninist modelde örgütlenmiş 78 siyasi hareketlerinde gizliliğin esas olduğu ortada iken, ne taraftarların ne de siyasi kadroların örgüt yönetiminin demokratikliğini sorgulamaya veya tartışmaya pek de istekli olamayacakları bir vakıaydı.
Dahası bir siyasi hareketin demokratikliğiyle ilgili tartışmalarda ısrarcı olmak, ısrar eden kişiye şüpheyle bakılmasına ve hareketten dışlanmasına dahi neden olabilirdi. Çünkü ille de örgütün demokratikliğini sorgulamakta ısrarcı olacak kişi veya grupların, örgütün üst kadrolara tarafından, “polis”, “ajan” veya “hizipçi” olarak şüpheyle bakılması o yılların kanıksanmış bir psikolojisi adeta bir davranış kalıbıydı.
Belki de kapitalist toplumdan Sosyalist topluma geçişin kaçınılmazlığına olan inanç, bu geçişteki Devrim’e önderlik edeceğini tahayyül ettiğimiz örgütümüzün kararlarına aynen uymamıza, siyasal atmosferin dayattığı merkeziyetçiliğe uyum göstermeye yöneltiyordu bizleri.
Bir de unutulmaması gereken nokta vardır ki; 78’in fedakarlığının, dinamikliğinin ve cesaretinin önemli bir kısmı rejime, devletin üzerine saldığı sivil, resmi, silahlı, silahsız güçlere karşı mücadele etmekle geçiyordu.
"BURJUVAZİ BİZİ SAVAŞA DAVET ETTİ. DAVETİ KABULÜMÜZDÜR"
Buna karşılık Devrimciler kimi zaman pusuya düşürülerek, kimi zaman işkence veya hapsedilerek, değiştirmek istedikleri rejimin resmi ve sivil örgütleri tarafından sürekli baskı altındaydılar.
Ancak bütün bunların yanında, yine de Türkiye’nin birçok yerinde sol arasında bitmek bilmeyen bölünmeler, kavgalar hiç eksik olmadı. Bu kavgalarda zaman zaman birbirine karşı şiddet uygulamaktan çekinmeyen sol, siyasi hareketlerin bu sekterce düşmanlıkları sonucunda birçok genç evladını kaybetti.
Faşistlerin ve polis’in planlanmış saldırılarını göğüslemek, derin devletin askeri darbenin alt yapısını hazırlamak için giriştiği provokasyonlardan kaçınmak gerektiği bu dönemde 78 siyasi hareketlerinin böyle zaman zaman işi birbirlerine karşı silah kullanmaya kadar vardırmaları, elbette kötü bir durumdu ve dönemin solunun en kötü hastalığıydı.
Bunun ötesinde derin devlet ve ülkü ocaklarının birçok Devrimci gencin yanı sıra, toplumda ismi öne çıkmış aydın, anti-faşist demokrat kişilere karşı giriştiği cinayetler, polisin okullarda ve gösterilerde sık sık şiddet başvurması, 78 Kuşağı solun bir şekilde kendini emniyete alacak kadar silahlanmasının da önünü açmıştı. Tabii bunun yanı sıra 68 Kuşağı yıllarında vurularak ve idam edilerek öldürülen Devrimcilerle hapistekilerin varlığı ortada iken, soldan silahsız bir siyasi oluşumun çıkması, safça bir davranış olurdu.
Provokasyonların, Maraş ve Çorum gibi illerde siyasi ve mezhepsel farklılıkları körükleyerek toplu katliamlara yol açacak kadar alçakça ve silah ve de mühimmat bakımından sol’dan kat kat üstün bulunan mevcut rejimin sivil ve resmi güçlerine karşı 78’in siyasi hareketlerinin silahlanmayı bir çare olarak görmesi elbette kaçınılmazdı.
Sonuçta da öyle oldu.
“Bu koşullarda doğal olarak silah, artık sadece silahlı mücadeleyi gerekli gören sol gruplar için değil, öz savunma gerekliliğini hisseden solun tüm unsurları için, siyasal mücadelenin reddedilemeyecek bir aracı haline gelir. Ateşli silahların sol militanların yaşamına girmesi, doğal olarak sol içi çatışmaların içeriğini etkileyecektir. Bir zamanlar miting ya da toplantılarda gerçekleşen kavga veya itişmelerden ibaret sol içi çatışmalar, artık silahların da kullanıldığı çatışmalara dönüşür.” (3)
Şairini, şiirindeki; “Burjuvazi bizi savaşa davet etti, daveti kabulümüzdür” dizesinden sadece kanlı bir meydan savaşı sahnesini mi aklımıza getiriyorduk?
Galiba öyle…
Halbuki biz, kendilerini Ülkücü diye adlandıran; “Kana kan intikam!..” diye slogan atanlardan ülkeyi kurtarmak, Devrimle birlikte insanların birbirlerini öldürmeyecekleri bir Türkiye'yi inşa etmek için yola çıkmamış mıydık?
Biz en çok da insan hayatına değer veren düşünceleri, barışı, mutluluğu, refahı, hümanizmi savunmuyor muyduk?
O halde biz de bu kavgayı ve şiddeti kabul etmekle bir bakıma Ülkücüler ve devlet eliyle şiddeti Devrimcilere bulaştırmak gibi olası bir siyasi projeye dahil mi edilmek isteniyorduk da fark edemiyorduk?
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra bunları yazmak elbette kolay…
Peki askeri darbeden önce bu gidişi, her şiddet eyleminin bizi kendi hümanist duruşumuzdan uzaklaştırdığını ve askeri bir darbeye doğru yaklaştırmakta olduğunu hiç mi fark edememiş miydik?
Sanırım tüm siyasi hareketler Türkiye’nin bir askeri darbeye doğru yol aldığını fark etmişlerdi. Ancak ya 12 Eylül gibisini, yani insanı aşağılayan her türlü söylemin, insanlık onurunu yerin dibine geçiren her türlü zalimliğin ve işkencenin, böylesine bir askeri darbenin geleceğini tahmin edememişlerdi. Ya da belki de kendi güçlerini fazla önemsemişlerdi 78'liler. Bir de 12 Eylül generallerinin bu kadar acımasız ve orantısız güç kullanabileceğini akıl edememişlerdi.
Ama bunlardan da öte bir gerçek vardı ki o da 78 Kuşağının 12 Eylül 1980 tarihine yaklaştıkça şiddeti daha çok önemser oluşuydu.
78 KUŞAĞI SOL ŞİDDETİ İÇSELLEŞTİRMİŞTİ
Neydi 78’lileri bu kadar çok şiddete ve öldürmeye yakın kılan.
“Bir kere öldürdükten sonra, gerisi kolay... Bir kere öldürdün mü alışırsın” (4) diye yazmıştı kendisinin de yaşadığı o yılları romanında 78 Kuşağı sırasında ODTÜ öğrencisi olan Ayşegül Devecioğlu.
Ancak 78’lilerin şiddet ve öldürmeyle ilgili takıntılarını eleştirirken de şöyle yazmıştı yazar:
“İnsan canına kıymanın ne kadar haklı olursak olalım iyi şey olmadığını bilmesi lazım. Bizim işimizin insanla olduğunu, insan canına kıymanın ne kadar haklı olursak olalım iyi şey olmadığını bilmesi lazım. Ölüme inanan faşistlerdir, Devrimciler yaşama inanır. Devrimci harekete bir bak kimse öldürmeye gelmedi; tam aksine hepimiz ölümü göze alarak geldik!” (5)
Birkaç kere öldürdükten sonra “hesabı sorulacak”, “kanı yerde kalmayacak” düsturlarıyla "devrimci şiddet"i dillendirip içselleştiren ve öldürmeyi kanıksayan siyasi hareketlerin militanları, ne yazık ki amaçları olan “savaşsız ve sömürüsüz bir Dünya’nın insan merkezli toplum tahayyüllüne olan inançlarından uzaklaşacak, şartları, değiştirmek istedikleri rejim tarafından konmuş olan, siyasal cinayetlerin katlanarak arttığı bir terör anaforuna savrulacaklar, ne yazık Türkiye'nin aklıında ne savundukları, ne amaçladıkları bu son halleriyle hatırlanacaklardı.
“...Silah tamam ama bütün devrimler, aslında inançla kazanılmıştır... İnsana duyulan inanç, insanların başka türlü de yaşayabileceklerine duyulan inanç... Bu inancın kaybıdır, yenilgilerin sebebi... Gerçek yenilgilerin yani... Kesin yenilgilerin...” (6)
Silah ve şiddete olan inanç, Devrime olan inancın önüne geçince mi yenilgimiz kaçınılmaz olmuştu???
Ayşegül devam ediyor romanında 78 Kuşağının girdiği şiddet anaforunu anlatmaya.
“Faşistlerin cinayetlerinden sonra halk, Devrimcilerin karşılık vermesini bekliyorlardı. Güçlü olduklarını göstermezlerse, kitleleri nasıl arkalarından sürükleyebilirlerdi. Halka nasıl önderlik edebilirlerdi. Kim korkakların peşinden giderdi ki? Gücü olmayana herkes sırt çevirmez miydi? Siyasi mücadelenin başka yolu yoktu.” (7)
Çaresiz kalınca dönemin koşullarının dayatması mıydı şiddet 78'liler için?
Yoksa kültürüne "at, avrat ve silah" kazınmış şiddete meyyal bir toplumun gençliğine yaşamın bir dayatması mıydı?
Eğer mevcut koşulların zorunlu bir sonucuyusaydı şiddet; o şartları koyan ya da yaratan biz 78’liler değildik ki. Bugün “keşke rejimi reddettiğimiz gibi o koşulların peşinden savrulmayı da reddedebilseydik” diye düşünüyorum. Bu 78’lilerin ruhunda da mayasında da vardı. Ve bize de çok yakışırdı. Ama başaramadık.
……………………………………………
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ 78'İN SİYASİ HAREKETLERİNİ OLUMSUZ ETKİLEDİ
SBKP, ÇKP, AEP, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore Komünist Partileri ile Latin Amerika’daki gerilla örgütlerinden o ülkelerle ilgili biraz kitabi, biraz da devrimle ilgili farklı tahayyüllerini zorlayarak etkilenen etkilenen, hepsi de tek doğru Marksist-Leninist siyasi görüşü temsil ettiğine inanan Türkiye’nin bu 25 siyasi hareketinin, bir çoğu 25 yaşını geçmemiş gençleri, hem kendi içlerindeki bölünmelerde, hem de birbirlerine karşı, şiddete başvuruyorlardı. Bu bölünme ve çatışma kültürünün 78 Kuşağı siyasi hareketlerinin içerisine yerleşmesinde işte biraz da dünya komünist hareketin bölünmüşlüğü ve biz 78'lilerin bunların peşinden savrulmuşluğumuz vardı.
Öte yandan SB’ni “Sosyalizmin Anavatanı” olarak görenlerle SB’ni Sosyal Emperyalist, SBKP’nin taraftarlarını da Sosyal Faşist olarak niteleyenlerin birbirlerine karşı şiddete başvurması nerdeyse kanıksanır olmuştu.
Çünkü o yıllarda benim de taraftarı olduğum Halkın Kurtuluşu hareketi, Dünyadaki SBKP-AEP çatışmasından etkilenerek, Türkiye’de SBKP çizgisinde yer alan ve bu ülkeyle sıkı bir işbirliği bulunan TKP ile gençlik örgütü İGD’ni “Sosyal Faşist” olarak nitelendiriyordu. Ayrıca HK, SBKP’yi “Uluslararası Komünist Hareket”in lideri olarak gören ve bu ülke ile işbirliğini benimseyen TİP, TSİP vb. diğer siyasi örgütlere karşı mücadelenin anti-faşist mücadeleden ayrılamayacağını dillendiriyordu. Halkın Kurtuluşu’nun yanı sıra Halkın Yolu, Halkın Birliği ve Aydınlık grubu da SBKP yanlılarını “sosyal faşist” olarak kabul ediyorlardı.
Dahası Perinçek liderliğindeki Aydınlık grubu, dönemin ÇKP-SBKP kutuplaşmasında olduğu gibi Sovyetler Birliği’ni, ÇKP’nin ünlü “üç dünya teorisi”ne bakarak dünyanın yükselen süper gücü olarak tahlil ediyor ve ABD’den de daha tehlikeli olduğunu öne sürerek, olayı, sosyal faşistlere karşı ülkücülerle ittifak yapılabileceği noktasına kadar taşıyordu.
Buna karşılık SBKP yanlısı gruplar başta TKP-İGD olmak üzere TİP ve TSİP özellikle 1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim’de Kontrgerilla tarafından düzenlenen saldırı sonrasında, ÇKP ve AEP çizgisini savunan siyasi hareketleri, mitingin kana bulanmasına neden olan siyasi hareketler olarak işaret edip, “Maocu faşistler” diye suçlamışlardı.
Bir araştırmaya göre (8) 1975-80 yılları arasında sol örgütler arasında yaşanan çatışmalarda 62 sol görüşlü kişi öldürülmüştür. Buna göre öldürülenlerin yarıdan fazlası, 18’i İGD, 16’sı Halkın Kurtuluşu olmak üzere, bu iki siyasi hareket arasında yaşanan çatışmalarda yaşamlarını yitirmişlerdi.
Diğer 28 kişi ise Devrimci Yol ile Kurtuluş, Aydınlık ile Halkın Kurtuluşu, Aydınlık ile İGD ve diğer sol örgütler arasındaki çatışmalarda öldürüldüler.
………………………………………………
78 Kuşağı siyasi hareketlerinin, 12 Eylül 1980 askeri darbesine doğru yaklaştıkça, aralarındaki siyasi tartışmaları olduğu kadar kavgaları da sertleştirdikleri bir gerçek. Değil ortak bir çatı altında birleşmeleri, birlikte bir gösteri veya miting gerçekleştirmek, ortak bir panel veya forum yapmak gibi basit ittifaklarda dahi zorlanıyorlardı. “Kahrolsun Faşizm” ve “Kahrolsun Emperyalizm” gibi basit birkaç ortak slogan dışında, her toplantı, yürüyüş, miting, forum vb. gösterilerde sidik yarıştırırcasına bir slogan yarışıdır gidiyordu. Örgütlerin taraftarları, mümkün olduğunca diğer siyasi hareketin sloganını daha yüksek sesle bağırarak engellemeye çabalıyor, sonuçta karşı taraf da aynı şekilde davranınca, sloganı en çok duyulan örgütün sanki Devrim’i de alıp götürecekmiş gibi tuhaf bir durum ortaya çıkıyordu.
78 Kuşağından o günleri yaşamış pek çok kişinin bugün de aşağı yukarı bu traji-komik olayları hatırlayabildiklerini sanıyorum.
“Bölünmek ve çatışmak” yazımın başında da belirtmiş olduğum gibi, 78 Kuşağının adeta siyasi kaderi olup çıkmıştı.
İşin en kötü yanı, bölünmeyi ve kavga etmeyi, şiddeti ve kan dökmeyi kanıksamaya başlamış olmamızdı. Üstelik de bunları tüm insanlığın kurtuluşu adına atmayı düşlediğimiz, sevdiğimiz ve inandığımız Devrim için, Devrim adına yaptığımızı öne sürmemizdi.
Biz Devrimimize bir müminin ahret gününe inandığı kadar inanmıştık. Bir müminin dinini içten, samimi, karşılık beklemeden içselleştirmiş olduğu kadar içselleştirmiştik Devrimimizi. Ve biz 78'liler için, ucunda ölümün de olabileceği bu mücadele sonunda, müminler gibi gideceğimiz bir obür dünyamız, cennetimiz falan da yoktu.
“Devrimciler Ölmez” sloganlarıyla mezarımıza uğurlayacak yoldaşlarımızdan başka!..
………………………………………………………
(1) Serpil Özaloğlu, Yakıgözlüğü 2 Ocak 2010, H. Çetinkaya ile tartışmadan.
(2) N. Çalışkan, ODTÜ Tarihçesi kitabında, T. Akçam’ın ODTÜ Yılları başlıklı ve Ağustos 2001 tarihli makalesi, Sf. 298.
(3) Ergun Aydınoğlu, Türkiye Solu (1960-1980), sf 344.
(4) Ayşegül Devecioğlu, Kuş Diline Öykünen, Metis Edebiyat sf.78
(5) Ayşegül Devecioğlu, a.g.e. Metis Edebiyat sf.78
(6) Ayşegül Devecioğlu, a.g.e. Metis Edebiyat sf.78
(7) Ayşegül Devecioğlu, a.g.e. Metis Edebiyat , Sf. 80
(8) Emin Karaca, Sf. 344 (Hakkı Öznur, Derin Sol-Çatışmalar Cinayetler İnfazlar, Alternatif Yay, 2. Cilt, Ankara, 2004 isimli kitaptan aktarma)

VI. SİYASİ HAREKETLERE İLK KATILIM RASTLANSALDI:



Yıl 1975. Beş Kıbrıslı bir Trakyalı. Ayaktakiler Halil Şentuğ, Salih, Emin (Trakyalı) Turgut
Oturanlar Cemal ve ben. Henüz ne Halkın Kurtuluşu, ne Devrimci Yol, ne de Kurtuluş Sosyalist Dergi yayınlanmış. Ancak fotoğrafın arka planında görülen Bornova yurtlarında 68 Kuşağının “baba adam”larından birkaçı haftanın birkaç gecesinde uğruyor, aralarında bazı Kıbrıslıların da bulunduğu öğrencilere 78 Kuşağına dahil olacak yeni siyasetlerini anlatıyorlardı.




Herşeyin başlangıcı küçüktür.
CICERO
Marksizm-Leninizm'i, diyalektik felsefe ve tarihsel materyalizmi çoğunlukla katılmış olduğumuz siyasi hareketlerin içerisinde yapılan eğitim çalışmalarında öğreniyorduk. Dolayısıyla ilk kez dahil olduğumuz siyasi hareketin teorisinin Marksizm-Leninizm’e ve bu ideolojinin felsefesine uygun olup olmadığını, ancak söz konusu hareketin içerisine girdikten bir süre sonra öğrenmeye ve daha da çok bunu diğer siyasi hareketlerle polemik konusu yapmaya çalışıyorduk.
Demek istediğim 78 Kuşağının sol hareketlerine dahil olurken, söz konusu siyasi harekete bilinçli bir seçim yaparak katılmış olmadığımızdı.
O yıllarda öğrenci çevrelerinde sol hareketlere ilk girişler, ilk katılımlar, daha çok katılacağı örgüte önceden dahil olmuş yakın çevresindeki arkadaşları, tanıdıkları veya akrabaları aracılığıyla gerçekleşiyordu.
Devrimci olmak elbette ilk bakışta çoğunlukla öğrencilerin kendi gönüllü tercihleriydi. Doğrusu ben Ülkücülerde olduğu gibi zorlandığı ve korkutulduğu için Devrimci siyasi hareketlere katılmış bir gence rastlamadım. Devrimci çevrelerde bu konuda hiç mi baskı yoktu. Elbette okulda veya mahallede, arkadaş çevresi devrimci olan bir gencin, bu konuda yalnız başına çevresinden etkilenmeden ve belki de bir şekilde baskılanmadan bağımsız karar vermesi söz konusu olamazdı. Tüm bu olasılıkları göz önünde tutarak ve bir kenara yazarak özellikle o dönemin gençlerini Devrimci olmaya iten nedenler arasında çeşitli faktörler olduğunu belirtmiş olalım.
Örnekleyecek olursak:
Kimi yazmış olduğum gibi bir arkadaşının veya arkadaş grubunun peşine takılarak, kimi ilk defa karşılaştığı bir büyüğünün ajitatif siyasal konuşmasına kulak vererek, kimi kendisinden okumasını istediği bir ya da birkaç roman ve hatta bir hikaye kitapçığı ile dahil oluyordu siyasal fraksiyonlardan birisine.
Mamak Cezaevinde askerler tarafından dövülen İlhan Erdost’un hapisane koğuşundaki ölümüne tanık olmuş İbrahim Özkan, kendisinin bir siyasal fraksiyona dahil oluşunu şöyle anlatmış:
“Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını okudum, onun yorumunu yaptılar bana. Oradan artık yavaş yavaş sol düşünceyle ilişkimiz oldu.” (1)
Tabii ona İranlı yazarın çocuklar için yazmış olduğu bu ünlü hikaye kitabını veren de, yorumunu yapan da, sol düşünceyi anlatan da ilk kez dahil olduğu siyasal fraksiyona mensup yakın çevresiydi.
Artvin ve Erzincan cezaevlerinden iki kez tünel kazarak kaçmayı başaran, idamla yargılanmış yüzlerce 78’lilerinden birisi olan Adnan Keskin de sola ilk adımını okuduğu bir romanla atmıştı. “Ana” romanını okuyunca orada çok farklı şeyler görmeye başladım, devletin bir sömürü mekanizması, bir sömürü aracı olduğu kavramıyla karşılaştım. Toplumların bana (okulda) öğretilen şekilde değil, sınıflardan oluştuğunu, işçi sınıfı, proletarya, burjuvazi gibi şeyler olduğunu orada okudum, öğrendim. İlk defa orada ihtilal kelimesiyle, devrim kelimesiyle karşılaştım…” (2)
"Olaylar-Anılar" kısmında anlatmış olduğum gibi, ben ve benim yaşdaşım ve bizden sonraki Kıbrıslı öğrencilerin de, Türkiye'de ilk kez sol bir fraksiyona sempatizan veya taraftar oluşları, daha önce o siyasi harekete dahil olmuş kişilerin yönlendirmesi ve teşvikiyle ve de ancak siyasi teorisini de o örgüte dahil olduktan sonra özümsemeye başlamalarıyla mümkün oldu.
Siyasal bilinç, bilgi edinimi, siyasi harekete katıldıktan sonra başladı.
Bu da daha çok Diyalektik ve Tarihi Materyalizm, Sosyalizm ile ilgili basit anlaşılır kitap okumaları ve tartışmalarıyla başlıyordu. Sonrasında Marks Engels, Lenin ve Stalin’in yazmış olduğu kitaplar, siyasi fraksiyonların arasındaki tartışmalarda öne çıkan konulara bağlı olarak okunmaya başlıyordu. Bu kitaplar da daha çok, tartışılmakta olan konuyla ilgili paragraflardan alıntıların sayfa numaralarıyla ezberlenmesi şeklinde okunuyordu. Ancak bu arada siyasi hareket söz konusu sempatizan veya taraftarını kendi teorik yorumlarına, pratik eylemlerine ve tüm bunları savunmaya ortak etmiş oluyordu.
Böylece Marksist okumaya giriştiğinde, kişi içerisinde bulunduğu siyasi hareketin öngördüğü teorileri haklı çıkaracak bir önyargıyla bu kitaplara başvuruyordu.
O yıllarda siyasi hareketlere katılışlar buna benzer şekillerde gelişiyordu.
Bu konuyla ilgili olarak 12 Eylül Cuntası tarafından kendisine verilen ağır hapis cezası nedeniyle yurt dışına kaçan ve yıllardır Türkiye dışında yaşamak zorunda kalan 78 Kuşağından F. Kızılaslan’ın kendisiyle yapılan bir röportajda söyledikleri oldukça aydınlatıcıdır. Kızılaslan’ın söyledikleri, 1975-76 yıllarında Ege Üniversitesi ve 1977-80 döneminde ODTÜ’de ve 1980 Şubatında Mamak cezaevinde tanıştığım, onlardan siyasete ilk giriş hikayelerini dinlediğim Türkiye ile Kıbrıslı 78 Kuşağı gençlerinin başından geçenlere çok benziyordu.
Şöyle demiş F. Kızılaslan röportajında:
“Benim mensubu olduğum (Vatan Partisi-hp) 1978 Kuşağı’nın bu işlere girmesi; genel olarak yükselen bir akıma idealistçe kapılarak olmuştur. Sosyalizmi belli bir bilinç düzeyine kadar kavrayarak değil. Yıllar içinde hem mücadele ederek hem de okuyarak, zamanla bilinçlendik diyebilirim.” (3)
Bu örnekler çoğaltılabilir…
Örneğin Zahide Genç kendisinin bir sol fraksiyona girişini şöyle özetleyivermiş.
“Ben kendimi Dev-Genç’in içerisinde buldum. Dev-Genç’in içerisinde bulmam tamamen tesadüfi bir olguydu, çünkü okulda Dev-Genç’liler daha fazlaydı” (4)
……………………………………………………
Öte yandan 78 Kuşağı siyasi hareketlerinde merkez’in, örgütün kadrolarını demokratik bir seçimle oluşturmayı hiçbir zaman düşün(e)mediği göz önüne alındığında, buna örgüt içi demokratik mekanizmaların çalıştırılması koşullarının bir türlü yaratılamamış olmasını da beraberinde getirdiğini yazmıştık.
Tabii demokratik seçimlerin, dahası demokratik seçim için demokratik ortam ve şartların yaratılamadığı koşullarda, “otoriter” ve “merkeziyetçi” yönetimlerin kökleşip kalıcılaşması da kendiliğinden oluyordu. Hal ve gidişat böyle olunca, siyasi hareketlerde, teorik plandaki düşüncelerin üretilmesinden, pratik eylemlerin planlanmasına kadar tüm kritik kararların son tahlilde merkez tarafından alınmasının bir nevi kanıksanmışlığı vardı.
Kararların uygulanması ise tabana yani alttakilere bırakılıyordu. Bu ise dairesel bir kısır döngü biçiminde, siyasi hareketler içerisindeki otoriterliğin yerleşip kökleşmesini sağlarken, üye mi, militan mı yoksa sempatizan mı pek belli olmayan tabanını (partileşememiş siyasi hareketin taraftarlarını) örgüt yönetimi içerisinde daima edilgen kılıyordu.
Siyasi harekete yeni katılanların ise daha siyasi hareketin teorisine ulaşmadan, harekete katılır katılmaz örgütün pratik işlerine yetişmek üzere koşuşması, edilgenlik sürecini sürekli kılıyordu.
Böylece 78 Kuşağının önem verdiği eşitlik, adillik ve demokratiklik gibi unsurların dönemin örgütlerinin iç işleyişlerinde etkin ve sürekli kılınması, 78 Kuşağı yıllarında belirsiz bir geleceğe, diğer bir deyişle Devrim sonrasına ertelenmiş mi oluyordu?
Galiba öyle…
Bu sürecin 78 siyasi hareketlerinin bölünmesini kolaylaştıran bir ortamı tetiklediğini burada belirtmiş olalım.
Çünkü siyasi hareketin merkezinde tartışma yaratan teoriye ve pratiğe ilişkin olası bir antlaşmazlık durumunda, örgüt içerisinde bölünme gibi bir sonuca yol açtığında, bölünen kadrolar kendi etkileyebildiği taraftarlarıyla, siyasi ayrılığa düştüğü hareketten topluca ayrılıyorlardı. Ancak bölünmeden dolayı ortaya çıkan yeni hareket de, isim değişikliğine uğramış ama ayrılmış olduğu siyasi hareketin benzeri bir örgütlenmeye dönüşüyordu.
Dolayısıyla 78'in bölünmeleri, daha demokratik yeni siyasi hareketlerin doğuşuna kaynaklık etmiyordu. Çünkü bir önceki siyasi hareket içerisinden kopanların oluşturduğu grup ya da hareket de seçim yapılmadan yeni oluşturulan ve taraftarlarının çoğunun siyasi edilgenliğinden dolayı yine üst yönetimlerin hareketin merkezine yerleşip kalıcılaşmasına ve demokratik işleyişin bir türlü etkin olmayışına yol açıyordu.
Böylece eskisi gibi yeni oluşan siyasi hareket de, ülkedeki “illegalite koşulları” nedeniyle demokratik bir seçime başvurmadan, nerdeyse Devrim sonrasına kadar kalıcılaşmak üzere doğduğu siyasi hareket gibi otokratik bir liderliğe dönüşüveriyordu.
Sonuç olarak 78 Kuşağında demokratik merkeziyetçilik, “şartlar gereği” demokratik mekanizmanın bir türlü çalıştırıl(a)madığı demokratikliği Devrim sonrasına ertelenmiş “merkeziyetçi” bir işleyişe evriliyordu...
Ancak demokratikliği Devrim sonrasına ertelenmiş bu merkeziyetçilik 78’in siyasi hareketlerine dönemin baskıcı rejimine karşı örgütü koruma kolaylığını da mı sağlamış oluyordu?
Sanırım düşünce buna benzer bir eksendeydi…
Ancak tabanda sempatizan veya taraftarların siyasi hareketlere rastlantısal girişleri de aynı şekilde örgüt için rejimden korunmayı zayıflatan bir etki yaratmıyor muydu? Bu sorunun tam bir cevabının da bulunmayışıdır ki, 78 Kuşağının mevcut rejimin saldırılarından korunmak için gizlilik koşulları altında örgütlenmeyi içselleştirmesi, böylece 78 Kuşağı siyasi hareketlerinin örgüt içinde “demokratik” olunmamasının gerekçesi olarak bir nevi kısır döngüye dönüşmesini, çok da haklı bir zemine oturtmamaktadır.
Bu noktada o yıllarda rejimin ağır baskısı ile Devrimci mücadelenin yığınla bekleyen işleri arasında siyasi hareketlerin merkez yönetimlerinin bir de örgüt içi seçimlerle uğraşmak zahmetine katlanmak istemeyişlerinin ve zaten rastlantısal bir seçimle siyasi harekete katılan tabandan örgüt içi demokratik işleyiş olacak diye onay almaya çok istekli olmayışlarının bunda bir payı olduğunu yazmanın çok da yanlış olmayacağını düşünüyorum.
Tabii her zaman için bir “lider” veya dönemin moda deyişiyle “baba adam” beklentisi içinde olan ve “illegalite”nin cazibesine kapılmış tabandaki genç kuşağın da, örgüt içi seçimleri Devrim sonrasına ertelemeleri için bu konuda merkezdekileri cesaretlendirmiş olduğunu da belirtmeden geçmemek kaydıyla.
Belki de 78 Kuşağının bir yandan “şiddeti içselleştirme”, öte yandan “demokratik kültür eksikliği” vb. olumsuzluklarına neden olan başka faktörler de vardır.
Sol'un, Cumhuriyet tarihinin hemen her döneminde itilip kakıldığı, daima bir düşman olarak benimsendiği, kapitalist ilişkilerin yeterince kök salmadığı, dinin ve feodalitenin sosyal ve kültürel ilişkiler bağlamında etkin olduğu bir coğrafyada belki de sırf bu nedenlerden dolayı Türkiye'de Dünya'nın diğer ülkelerinden ayrı böyle özgül bir süreç yaşanmalıydı ve yaşandı.
Tam hatırlamıyorum ama Marks bir yerde tarihsel materyalizme içkin bir not düşmüştü: “Tarihte birçok şey öyle yaşanmak zorunda olduğu için yaşandı veya gerçekleşti.”

………………………………………………………
(1) Emin Karaca, 12 Eylül’ün Arka Bahçesinde, İbrahim Özkan anlatıyor, Sf. 373
(2) a.g.e., Adnan Keskin anlatıyor, sf. 109
(3) a.g.e., Fikret Kızılaslan anlatıyor, sf. 58
(4) a.g.e., Zahide Genç anlatıyor, sf. 400

II. BÖLÜNEREK ÇOĞALMAK BİR 78 KLASİĞİYDİ:


Yıl 1976. Aylardan Kasım ya da Aralık ayı olmalı. Ali Nebih, ben ve Halil Şentuğ. Masadaki havaleli kitabın kapağında ‘Stalin’ ve ‘Leninizm’in Sorunları’ yazıyor. Bir kitap daha var. Lenin’in Devlet ve İhtilal’i ya da Emperyalizm kitabı olmalı. Bu fotoğraf Ankara’da Kıbrıslı öğrencilerin kaldığı Aşağı Ayrancı yurdunda çekildi. Ali ile adaşım Halil İzmir’den gelmişler. Az sonra Kıbrıslı öğrencilerin Ankara’daki derneğine, AKÖK’e gideceğiz. Öğleyin İGD-HK tartışmalarının ağırlıklı yanını oluşturacağı tansiyonu yüksek tartışmalarımız, hava kararıncaya kadar nefeslenmeden susuz, çaysız, simitsiz, aralıksız sürecek.



Önyargıları kırmak bir atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.
A. EINSTEIN
BÖLÜNEREK ÇOĞALMAK
78’in siyasi hareketleri arasında Devrimci Yol, galiba en doğurgan olanaydı. 68 Kuşağının THKP-C’sinden hayatta kalan Devrimciler ve yeni kuşaktan çıkan kadroların da katılımıyla doğan Devrimci Yol (Dev-Yol) hareketi sadece en doğurgan değil, sanırım Türkiye 78 Kuşağının en kalabalık taraftar kitlesine de sahipti. Haliyle en çok bölünme de yine bu siyasi hareket içerisinde yaşandı. Dolayısıyla 68 Kuşağı THKP-C’sinin devamı olduğunu öne süren Dev-Yol, 78 Kuşağı yıllarında yeni siyasi hareketlerin ortaya çıkmasında adeta bir merkez rolü oynadı.
Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kurulan ve 68 Kuşağına damgasını vuran örgütlerden THKP-C'de, 78 Kuşağı döneminde daha ilk başta görüş ayrılığına düşen ve ismini de çıkardığı haftalık gençlik dergisinden alan Militan Gençlik oldu. Sonrasında aynı grup, yayınlamış olduğu haftalık gazetesi olan Halkın Yolu ismiyle anılmaya başlandı. Bu siyasi hareket geçmişin (68 Kuşağı) değerlendirilmesi, uluslar arası komünist hareket ve buna bağlı olarak ÇKP (Çin Komünist Partisi) ile SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) arasındaki ihtilafta, ÇKP ve önderi Mao Zedung yanında yer aldığını açıkladı. Dahası Sovyetler Birliği’nde ekonominin sosyalist niteliğinin ortadan kaldırılarak yerine kapitalizmin restore edildiğini ilan etti.
Halkın Yolu ayrıca 68 Kuşağının siyasi olarak halktan kopuk “öncü gerilla” gruplarıyla maceracı bir siyasi çizgiye savrulduğunu, Türkiye’de Devrim’in zaferi için kitlelere ve siyasal bir partiye ihtiyaç duyulduğunu öne sürdü.
THKP-C’nin lideri ve aynı zamanda teorisyeni olarak bilinen Mahir Çayan’ın Türkiye Devrimi için önerdiği “öncü savaşı” ve buna bağlı “silahlı propaganda” teorisinin Türkiye pratiğinde uygulanmasına yönelik tartışmalar, 78 Kuşağı döneminde Acilciler (1) isimli bir başka örgütün daha ortaya çıkmasına neden oldu. Bu örgüt, önce Gülten Çayan grubu (2) ile birleşecek, daha sonra ondan kopacak ve o sırada bu grup tarafından yazılmış tek kitap olan “Türkiye Devriminin Acil Sorunları” ile kendini tanıtacaktı. Bu kitabın yazarı olan Engin Erkiner’in anlatımına göre, örgütün kadrosunun tamamına yakını daha ilk eyleminde ya öldürülmüş, ya yaralanmış, ya da yakalanmıştı. (3)
Halkın Yolu ile Acilcilerin kopması sonrasında da THKP-C kadroları arasında siyasi tartışmalar dinmek bilmez. “Kurtuluş”, ya da ismi çıkardığı dergi ile özdeşleşen KSD (Kurtuluş Sosyalist Dergi) bu örgütlenme içerisinden çıkan bir başka siyasi hareket olur. “Bu Dev-Yol, Kurtuluş ayrılığı aslında kişisel nedenlerle gibi başlayan, özünde ise geçmişin değerlendirilmesi üzerine yan yana gelemeyeceğini anlayan grupların yavaş yavaş ayrışması biçimindeydi.” (4) KSD yanlısı kadrolar 68 Kuşağı THKP-C’sinin, Kemalizm’i küçük burjuvazinin en sol kanadının milliyetçi ve anti-emperyalist unsurları olarak değerlendirmesine karşı çıkıyor, kitlelerden kopuk (öncü savaşçı), dağınık ve silahlı mücadele yönteminin sınıf savaşını salt silahlı mücadeleye (silahlı propaganda) indirgeyen teorisini eleştiriyordu. KSD isimli dergide yayınlanan yazılarda, ayrıca Kürdistan’ın Türkiye’nin sömürgesi olduğu tespiti yer almış, Dev-Yol ile bu konuda da ayrılığa düşülmüştü. Kurtuluş, Dev-Yol ile Halkın Kurtuluşu’ndan sonra gençlik arasında en kalabalık taraftar kitlesine sahip bir siyasi hareket olarak 78 Kuşağı içerisinde önemli bir yer tuttu.
THKP-C’nin siyasi tezlerine sahip çıkmakla birlikte uygulamada pratik gerekliliklerini yerine getirmediğini öne sürerek Dev-Yol’dan ayrılan diğer bir siyasi grup ise Devrimci Sol (Dev-Sol) oldu. Dev-Yol yönetiminin, Mahir Çayan’ın ortaya koymuş olduğu Türkiye Devrimine ilişkin siyasi tezlerinden gerçekte vazgeçmiş olduğunu, ancak bunu açıkça ilan etmediğini öne süren Dev-Sol’cular, Mahir Çayan’ı hala savunuyormuş gibi gözüken Dev-Yol yönetimini bu konuda geçmişin siyasi mirasını istismar etmek ve oportünistçe davranmakla suçluyordu.
Dev Yol’a gelince. Kadrosunda THKP-C ve 78 Kuşağı üniversiteli gençlerle, derneklerde, sendikalarda ve halk katmanlarında giderek çoğalan ve önemli sayılabilecek etkisi olan Devrimci Yol, 12 Eylül 1980 tarihine kadar siyasi partiye dönüş(e)meden bir siyasi hareket olarak adından en çok bahsettiren örgütlerden birisi oldu.
Üniversitelerde etkin olan Devrimci Yol hareketi, Ankara’da ve özellikle ODTÜ’de geniş bir taraftar kitlesine sahipti. Türkiye’nin birçok ilinde ve ilçesinde kısa adı DEV-GENÇ olan derneklerde kalabalık bir taraftar kitlesine sahipti. Zaman zaman Türkiye’nin birçok il ve ilçesinde yalnız başına düzenlediği mitinglerde çok sayıda insanı biraraya toplayıp yürütebiliyordu.
Sanırım Dev Yol’dan sonra Halkın Kurtuluşu da Türkiye’nin hemen her kentinde taraftarları olan 78'in etkili ve militan bir siyasi hareketiydi.
Yönetim kadrosunun çekirdeği, ismi 68 Kuşağına sembol olmuş Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKO’sunun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) hayatta kalan üyelerinden oluşuyordu. Türkiye’nin birçok kentinde kurulan Yurtsever Devrimci Gençlik Dernekleri (YDGD) ile bu derneklerin Türkiye çapındaki bir üst örgütlenmesi olan Yurtsever Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (YDGF) oldukça dinamik bir gençlik örgütlenmesiydi.
78 Kuşağının diğer hareketleri gibi ismini haftalık gazetesinden alan Halkın Kurtuluşu’nun merkezdeki yönetim kadrosunda, 68 Kuşağı THKO örgütünde mücadele vermiş kişilerin olması gençlik arasında popülerliğini artırıyordu
12 Eylül 1980 yılından önce bir süre Türkiye Devrimci Komünist Partisi - İnşa Örgütü (TDKP-İÖ) olarak da faaliyet gösteren Halkın Kurtuluşu hareketi daha sonra ve 12 Eylül’den kısa süre önce sonundaki İÖ’yü de atarak TDKP’ne dönüştüğünü ilan edecekti.
Halkın Kurtuluşu 68 Kuşağı solu “küçük burjuva maceracı” siyasi çizgisi nedeniyle eleştiriyor, buna karşılık, Deniz Gezmiş ve idam edilen yoldaşlarını, onları kurtarmak için Kızıldere'de katledilen 68'lileri ve 12 Mart Askeri Rejimi tarafından katledilen bütün 68 Kuşağı Devrimcilerini düzene karşı cesur, fedakar ve kahraman birer savaşçı olarak ilan ediyor, Marksizm-Leninizm’e inançlarını öne çıkarıyordu.
Bu arada Halkın Kurtuluşu’nun da, TDKP öncesinde hareketten koparak ayrılan kadrosu ve taraftarı nedeniyle önemli sayılabilecek bir bölünme geçirdiğini belirtmiş olalım.
Aslında 68 Kuşağı THKO'sunun içerisinden, sadece Halkın Kurtuluşu hareketi çıkmamıştı. THKO- Mücadele Birliği, THKO’dan türeyen ve içerisinde 68 Kuşağından kadroların da bulunduğu, ancak Halkın Kurtuluşu’na göre çok daha az sayıda taraftara sahip bir örgütlenmeydi. Bu siyasi hareket, Halkın Kurtuluşu’nun savunmakta olduğu Sovyetler Birliği’nin Sosyal Emperyalist bir ülke olduğu yolundaki siyasi görüşü reddediyordu. Buna karşılık kendi örgüt elemanları ve taraftarları için yayınlamış olduğu “Sovyet Sosyal Emperyalizmi, Sosyal Şovenlerin Savunduğu Bir Tezdir” isimli broşüründen de anlaşılacağı gibi Sosyal Emperyalizm savunucularını (yani Halkın Kurtuluşu'nu) sosyal-şoven olmakla suçluyordu. SBKP çizgisine oldukça yakın siyasi görüşleri benimseyen THKO-Mücadele Birliği daha sonra Kamil Doğan ile Teslim Töre’nin liderliğinde 12 Eylül öncesinde partileşerek Türkiye Komünist Emek Partisi’ne (TKEP) dönüşecekti.
THKO’dan türeyen üçüncü bir grup ise Türkiye Devrimi’nin Yolu’dur. Türkiye Devriminin Yolu Hüseyin İnan tarafından kaleme alındığı söylenen teorik yazının ismidir ve grup başlardan bu görüşü benimsediği için bu isim ile anılmıştı. Daha sonra bu görüşte olan grup, ismini Türkiye İhtilalci Komünist Birliği (TİKB) olarak duyurmuştu.
68 Kuşağına dahil olan ve 12 Mart askeri yönetimi koşullarında kurulan bir başka siyasi hareket ise Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’dir. (TİİKP)
Bu siyasi hareket 78 Kuşağı öncesinde önemli bir bölünme yaşamıştı.
Bu bölünme sonunda TİİKP içerisinde bir grup genç, Mao’nun Çin’deki “Halk Savaşı” ve “Kurtarılmış Bölgeler” tezini benimsemişti. Kadrolarını İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının oluşturduğu bu grup, daha sonra Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist (TKP-ML) ile Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nu (TİKKO) kurmuşlar, Devrim hareketini başlatmak için de Türkiye’de “Kurtarılmış Bölgeler” oluşturulması amacıyla silaha sarılmışlardı. Ancak bu siyasi örgütlenmenin kadrolarının birçoğu 12 Mart döneminde vurularak ve işkence edilerek öldürüldü.
Türkiye’de ismi, 68 ve 78 Kuşağı Devrimcilerine işkence yapılan yer olmakla ünlenmiş Diyarbakır Hapishanesi, 68 kuşağının “ser verip, sır vermeyen” efsanevi isimlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle öldürüldüğü adres oldu.
Kaypakkaya, 68 Kuşağı içerisinde Kemalizm'in küçük burjuvazinin ulusalcı ve anti-emperyalist kesiminin bir ideolojisi olduğu yolundaki siyasi görüşleri sert bir dille reddetti. Bu nedenle Kemalist ideoloji ile hiçbir ittifaka girilemeyeceğini, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu ve kendi kaderini tayin edebilme hakkı bulunduğunu açıkça ortaya koyan 68 Kuşağının tek siyasi kişiliği o oldu.
Kaypakkaya’nın katledilmezden önce arkadaşlarıyla birlikte temelini attığı TKP-ML ile TİKKO, 78 Kuşağı yıllarında yeniden faaliyete geçti.
Yaygın adıyla TİKKO’cular diye anılan örgütlenme, 78 Kuşağının diğer siyasi hareketlerinde olduğu gibi ismini haftalık olarak yayınlanan Halkın Birliği gazetesinden alacaktı. Bir süre sonra Halkın Birliği kendi içerisinde ikiye bölününce, bu bölünmeden “Devrimci Halkın Birliği” adında yeni bir haftalık gazete ve yine ismini yeni çıkan bu gazeteden alan yeni bir siyasi hareket (Devrimci Halkın Birliği) türeyecekti.
12 Mart döneminde TİİKP kadrolarının birçoğunu Aydınlık dergisi çevresinde toplayan Doğu Perinçek ise, kopup giden İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarına rağmen entelektüel yönden 78 Kuşağı siyasi hareketleri arasında belki de en gelişkin ve en tecrübeli kadrolara sahipti. Mao’nun “Üç Dünya Teorisi”nin Türkiye koşullarına uyarlanması için kolları sıvayan Perinçek, bu teorinin bir sonucu olarak dünya’da gelişen emperyalist güç diye tanımladığı Sovyet Sosyal Emperyalizmi ve işbirlikçilerine karşı, gerileyen emperyalist güç dediği ABD Emperyalizmi ve işbirlikçileriyle ittifak yapılmasını savundu. Hatta bu teorisini 78 Kuşağı yıllarının sonuna doğru pratikte Sosyal Faşist olarak nitelediği SBKP taraftarlarına karşı Ülkücülerle birlikte hareket ederek hayata geçirme girişiminde bulunmaya kadar götürdü. Ancak, birçok entelektüel üyeye sahip bu örgütün her zaman için çok az taraftarı oldu. Perinçek ile özdeşleşmiş Aydınlık grubu, 78 Kuşağının daima marjinal taraftara sahip bir örgütlenmesi olarak kaldı.
Öte yandan 78 Kuşağı yılları başında, 68 Kuşağı döneminden Dr. Hikmet Kıvılcımlı çevresinde toplanmış ve “Doktorcu” olarak isimlendirilen taraftarlar, 1975 Ocağında 20 yıl kadar önce kurulan “Vatan Partisi”nin devamı olarak faaliyete gösterdiler. Dr. Kıvrılcımlı’nın siyasi tezlerini benimseyen “Vatan Partisi”, bir süre sonra kendi içerisinde antlaşmazlığa düşünce 78 Kuşağının diğer siyasi hareketleri gibi bölünmekten kurtulamadı.
TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar ve arkadaşları tarafından 1975’in Mayıs’ında kurulan Sosyalist Devrim Partisi (SDP), 78 Kuşağı içerisinde belki de en ilginç siyasal parti oldu. Aybar, dönemin Sovyet yönetimine karşı tavır almakla kalmamış, aynı zamanda, daha da ileri giderek Leninist ve Stalinist parti örgütlenmesine de açık eleştiriler getirmişti. Ayrıca yöneticiliği, emekçilerden kopmuş bürokratik bir meslek haline getiren siyasal anlayışa karşı çıkmış, bu bürokratlaşmanın sosyalizme Dünya çapında büyük zararlar getirdiğini de izaha girişmişti.
1975 yılında kurulan Türkiye Emekçi Partisi (TEP) ise 68 Kuşağının siyasi duayenlerinden ve Türkiye solunda ilk defa Milli Demokratik Devrim’i (MDD) ortaya atıp tartıştıran ve de enternasyonalizmin pratikteki en güzel örneğini Türkiyeli bir komünist gerilla olarak Yunanistan iç savaşına katılmakla veren Mihri Belli’nin damgasını taşıyordu. Ancak TEP solda oldukça popüler bir isme sahip bu liderine rağmen, 78 Kuşağı döneminde sadece bir tabela partisi olarak kaldı.
1 Mayıs 1975 tarihinde kurulduğunda “ikinci TİP” diye de anılan Türkiye İşçi Partisi ise 78 Kuşağı döneminde isminden epeyce bahsettirdi. Parti yönetimi, Sovyetler Birliği’ne daima sadık kaldı. Yönetim kadrosunda 1960’lı yılların sendikacı ve aydınları bulunan ve Behice Boran’ın isminin öne çıktığı TİP, Sovyetler Birliği’ni sosyalizmin siyasi ve ideolojik merkezi olarak benimsedi. Türkiye’de ittifak yapacağı grupları da en başta bu kritere (SB yanlısı veya SB karşıtı) göre saptadı. Behice Boran liderliğindeki parti yönetimi, Sovyetler Birliği’ni revizyonist olarak eleştirenlerle partinin arasına daima bir sınır ve mesafe koymaya özen gösterdi. SB’ni, Sosyal Emperyalist veya ABD ile aynı kefeye koyarak birlikte iki süper güç olarak eleştiren siyasi hareketlerle arasına kalın bir çizgi çekerek onları tamamen düşman saflarda gördüğünü ilan etti. 78 Kuşağının ilk yıllarında bir dönem DİSK içerisinde etkin olan TİP, daha sonra TKP’nin (Türkiye Komünist Partisi) devreye girmesiyle giderek küçüldü.
TSİP’e (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) gelince. TSİP, “ikinci TİP”den daha önce kurulduğu için, kuruluşunun daha ilk aylarında gençliğin sol kesiminde bir ilgi odağı olmuştu. Henüz 78 Kuşağının daha yeni yeni ayağa kalktığı dönemde ve daha ortada sosyalist bir parti ya da siyasi hareket ilan edilmiş değilken, sanırım biraz da aceleyle kuruldu. İlk anda çevresinde hatırı sayılır miktarda taraftar topladı. TSİP, SBKP önderliğindeki uluslar arası hareket’in Türkiye’deki temsilciliğine soyunmuştu. Ancak bir süre sonra, gerek 68 siyasi hareketlerinin yeniden örgütlenmesi, gerekse SBKP’nin destekçisi TİP ve TKP’nin devreye girmesiyle, başta edindiği çok sayıdaki taraftar kitlesini kaybetmeye ve giderek küçülmeye başladı. Sonunda da 78 Kuşağı içerisinde marjinal bir parti olup çıktı.
Türkiye Komünist Partisi (TKP) 1974 yılı başında, Atılım Dergisi’ni yayınlayarak Türkiye’ye ilk adımını attığı zaman merkezi yurt dışındaydı. Önceleri pek üyesi ve taraftarı bulunmayan bir tabela partisiydi.
TKP, illegal bir parti olması ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenmesi nedeniyle, biraz da bu özellikleri dolayısıyla solun tahayyülündeki “güç ve sağlamlık” sembolü algısıyla ilerledi ve kısa sürede çevresinde epey taraftar topladı.
TKP, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı birkaç sendikanın yöneticileri arasında etkin oldu. Bu TKP’nin yıldızının daha da yükselmesini sağladı. Parti, 1976 yılından itibaren üye kaydını artırdı. Gençlik ve özellikle de yüksek öğrenim gençliği arasında İlerici Gençler Derneği (İGD) ile etkinliğini artırmaya çalıştı. 12 Eylül 1980 öncesinde üye sayısı her ne kadar binlerle ifade ediliyor olsa da, “Sovyetler Birliği’nin Türkiye’deki tek işçi sınıfı partisi” olması konusunda TİP ve TSİP’in varlığı nedeniyle sürekli sıkıntı yaşadı. TKP 1979 yılının ortasında, Merkez Komite üyesi Nihat Akseymen’in, R.Yürükoğlu takma adıyla Türkiye’de devrimci bir durumun yükselmekte olduğunu öne sürmesi ve bunu “Emperyalizmin Zayıf Halkası Türkiye” adlı kitabında ortaya koymasıyla parti içerisinde önemli bir bölünme yaşandı. Akseymen’in partiden atılması ve Londra’ya yerleşmesiyle, TKP de iki grup arasındaki bölünme Türkiye’nin birçok yerinde parti içerisindeki iki ayrı fraksiyonun birbirlerine karşı şiddet kullanmalarına yol açtı.
Buraya kadar, bölünerek ortaya çıkan ve tekrar bölünen 78 Kuşağı siyasi hareketleri ile partileri hakkında genel bir özetleme yapacak olursak:
THKP-C’nin bölünüp ayrışmasıyla Dev Yol, Halkın Yolu, Kurtuluş, Acilciler, Devrimci Sol olmak üzere esas olarak BEŞ siyasi hareketin ortaya çıktığını görürüz. Bunun dışında THKP-C mirasçısı siyasi grupların olmadığını yazmam zor. Ancak o yıllarda yukarıdaki beş örgüt kadar ses getirmediklerini düşünüyorum.
THKO’dan ise, Halkın Kurtuluşu-TDKP, Emeğin Birliği-TKEP, Türkiye Devriminin Yolu-TİKB olmak üzere ÜÇ siyasi hareket doğmuştu. Halkın Kurtuluşu bu dönemde bir kez bölünmüş ve kendisinden kopan siyasi grup kısa bir dönem varlığını sürdürmüş, kalıcı bir siyasi harekete dönüşememişti. Bu nedenle burada THKO’dan üç siyasi hareket ortaya çıktığını yazmakla yetineceğim.
TİİKP’den ise TKP-ML TİKKO ile Perinçek’in Aydınlık grubu ortaya çıkmıştı. Sonra TKP-ML TİKKO yeniden bölünerek, ismini haftalık gazetelerden aldığı, Halkın Birliği ve Devrimci Halkın Birliği diye iki siyasi hareket olmuştu. Böylece 68’in TİKP’inden de toplam ÜÇ siyasi hareket doğmuş oldu.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın taraftarları da 78 Kuşağı döneminde İKİ’ye bölünmüşlerdi.
M. Ali Aybar’ın SDP’si, Mihri Belli’ni TEP’i, B. Boran’ın TİP’i, Ahmet Kaçmaz’ın TSİP’i, TKP ve onun doğurduğu R. Yürükoğlu kod adıyla N. Akseymen grubunun TKP-B’si olmak üzere ALTI siyasi partiyi daha hesaba katarsak, 78 Kuşağı solunun ilk anda toplam ONDOKUZ parçaya bölünmüş olduğunu görürüz.
68 Kuşağı döneminde Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) ismi altında kendi derneklerini kuran Kürtler, 78 Kuşağının ilk yıllarında, Doğu Demokratik Kültür Dernekleri (DDKD) olarak daha çok büyük kentlerdeki yüksek öğrenim gençliği arasında faaliyetlerini sürdürmüşlerdi.
Buna karşın 78 Kuşağı boyunca Kürtler ayrı örgütlenme konusunda, 68 Kuşağının Kürtlerinden farklı davrandılar. Nitekim 78 Kuşağı yılları boyunca Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güney Doğu Anadolu coğrafyasında ayrı örgütler kurarak ayrı siyasi faaliyetlerde bulundular.
Böylece 78 Kuşağı ortalarına kadar, bir yandan Türk Solu ile birlikte aynı örgüt çatısı altında Türkiye Devrim mücadelesine katılan Kürtler, diğer yandan da yavaş yavaş kendi ayrı örgütlerini ilan etmeye başlarlar.
Ancak 78 Kuşağı Türkiye siyasi hareketinde olduğu gibi, Kürt siyasi hareketleri de başlarda bölük pörçüktü.
78 Kuşağı yılları boyunca, Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi (TKDP), Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi ( TKSP), Rizgari, Ala Rizgari, Kawa, Denge Kawa, Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK), Yekitiya Sosyalista Kürdistan – (YSK), Tekoşin, Kürdistan Kurtuluş Harekatı (TEVGER), Kürdistan İşçi Partisi (Partiye Karkeren Kürdistan /PKK)… (5)
12 Eylül 1980 öncesi dönemi gelip çattığında belli başlı toplam ON Kürt örgütünün varlığı söz konusuydu.
Bu örgütlenmelerin çoğu, Türkiye’deki diğer on dokuz siyasi hareket gibi Marksist olduklarını öne sürmekte ancak onlardan farklı olarak, “Kürt Ulusunun Kurtuluş Savaşı’nı öne alan Ulusal bir Devrim” yapma iddiasıyla “TC Devletinin sömürgeciliğine” karşı çıkmaktaydılar.
Böylece 78 Kuşağı yıllarında, hepsi de “sol” ve birçoğu da Marksist-Leninist olduğunu öne süren toplam YİRMİDOKUZ siyasal parti, hareket, grup ya da fraksiyon toplamına ulaşırız. 78 Kuşağının son yıllarında bir siyasi hareket olarak ortaya çıkan ve 12 Eylül’ün hemen sonrasında partileştiğini öne süren PKK, bir yönüyle bütün bunların arasında 78 Kuşağından günümüze aktif olan tek örgütlenmedir. Kurucusu ve lideri Aptullah Öcalan’ın belirgin ağırlığının taşıyan PKK bugün itibarıyla oldukça büyük bir taraftar kitlesine ve hatta savaş deneyimi olan silahlı gerillalara sahiptir. Kürt nüfus üzerinde etkisi büyük bir siyasi güç olan PKK, günümüzde Kürt Sorunu içerisinde çok önemli bir aktör olmayı sürdürmektedir.
Elbette bu yirmi dokuz örgütlenme dışında daha önce de belirtmiş olduğum gibi, atlamış ya da ihmal etmiş olabileceğim başka siyasi hareketler de olabilir. Ancak bunların buradaki yirmi dokuz siyasi hareket kadar etkili oldukları ve 78’li yıllarda isimlerinden bahsettirecek kadar öne çıktıklarını söylemenin güç olduğunu düşünüyorum.
……………………………………….
(1) Aslında bu siyasi hareketin adı “Halkın Devrimci Öncüleri” idi. Ancak grup siyasi çizgisini anlatmak için çıkarmış olduğu Türkiye Devriminin Acil Sorunları” isimli kitapçığı yazdı ve yayınladı. İlk birkaç eylemden sonra grubun ismi Hürriyet gazetesi tarafından yapılan yayınlarda kitaba atfen “Acilciler” olarak kullanıldı. Daha sonra bu isim Türkiye 78 Kuşağı siyasi hareket arasında tarafından da benimsendi.
(2) Mahir Çayan’ın o dönem yurt dışındaki eşi olmalı.
(3) Emin Karaca, 12 Eylül’ün Araka Bahçesinde Avrupa’daki mülteciler, sf.183, siyahbeyaz yay.
(4) a.g.y. sf 165
(5) En son ağırlıklı olarak Dev-Yol hareketi içerisinden gelen ve ilk dönemde liderleri Apdullah Öcalan’ın isminden dolayı, “Apocular” olarak da anılanbu siyasi hareket, 12 Eylül 1980 sonrasında “Kürdistan İşçi Partisi” anlamına gelen “Partiye Karkaren Kürdistan” (PKK) adını aldığını ilan edecekti. Bununla ilgili olarak 12 Eylül sonrasında ancak bir yıl kalabildiğim ve daha sonra atıldığım ODTÜ yurtlarındaki tüm odalara öğrenciler gece yarısı uykudayken, hatırladığım kadarıyla Erdal Eren’in idamı ile ilgili olarak dağıtılan bildiri dışında, bir de PKK’nın kuruluşu ile ilgili bildiri dağıtılmıştı.